Kürt Açılımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürt Açılımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2013 Pazar

Büyük Ortadoğu Projesi tam gaz devam!.. / Merkez: Diyarbakır

Türkiye, tarihinin en aciz dönemini yaşıyor...

Sözde barış sürecinden, Öcalan'ın mektubundan ve PKK'nın Diyarbakır'daki şovundan bahsediyorum elbette...

Şu ana kadar her adımını üç aşağı beş yukarı önceden tahmin ettiğim bir süreç bu. Blogda önceki yazılarımı takip edenler durumun farkındadır.

Yıllar önce "Diyarbakır'ı Büyük Ortadoğu Projesi'nin yıldızı/merkezi yapacağız" diyen Erdoğan, 21 Mart 2013'te en büyük somut adımı atmış oldu. Devlet, Öcalan'ı artık sadece PKK'nın değil, Kürtlerin de lideri statüsüne getirdi. Barış güvercini ilan etti.


PKK: 1 TÜRKİYE: 0

PKK'nın Diyarbakır şovu ve Öcalan'ın mektubu Erdoğan'ı maçın ilk dakikasında 1-0 geri düşürdü. Her ne kadar medya "PKK bitiyor, barış geliyor" manşetleri atsa da Öcalan'ın mektubu hiç de bu yönde değildi. Evet, barıştan ve demokrasiden söz etmişti fakat az buçuk devlet politikalarıyla ve kullanılan manipülasyon tekniklerine dikkat ediyorsanız, bu sözcükleri en çok kullananların emperyalist devletler, bölücüler ve işbirlikçi köşe yazarları olduklarını zaten biliyorsunuzdur.

PKK'nın Diyarbakır şovu, AKP'yi sürecin mimarı olmadığının net göstergesi oldu. Öcalan, yazdığı mektupla Erdoğan'ı ikinci plana itti. Çünkü artık Erdoğan'ın bu süreçten geri adım atamayacağının farkında. Zaten Öcalan'ın "sızdırılan" BDP'lilerle yaptığı görüşmesinde de "süreç tıkanırsa 40 bin kişiyle halk savaşı başlatacağız" tehditini savurmasının sebebi buydu. Öcalan artık yeni süreçte sadece PKK'nın değil, Erdoğan'ın da yol göstereni olacaktır. Diyarbakır şovunun yarattığı bir diğer portre ise, PKK'nın ve Öcalan'ın devlet desteği ile meşrulaştırılmış olması. Zaten en başından beri devam eden açılım süreçleri, toplumda "Kürt eşittir PKK" ya da "Kürtlerin verilmemiş haklarını PKK alıyor" algısı oluşturmaktan başka hiçbir şeye yaramadı.

Öcalan'ın mektubundan dikkat çeken noktalar:

  • Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar artık miadını doldurmuştur. Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor. Kendine ve aslına dönüyor. Birbirlerine karşı kışkırtıcı ve köreltici savaşlara ve çatışmalara dur diyor.
  • Bugün artık yeni bir Türkiye'ye, yeni bir Ortadoğu'ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz.
  • Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
  • Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.
  • Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.
  • Yeni mücadelenin zemini fikir, ideoloji ve demokratik siyasettir, büyük bir demokratik hamle başlatmaktır.

"Ortadoğu halkları uyanıyor" vurgusu çok önemli. Çünkü kendisine ve peşindeki kitlelere çizdiği yeni yol da tıpkı onların yolu olacak. Yani hedef Arap Baharı gibi bir Kürt Baharı...
Yeni bir Ortadoğu dediği ise, bizim yıllardır bas bas bağırdığımız Büyük Ortadoğu Projesi'nden ibaret.
"Silahlı unsurların sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir" diyor dikkat edin, "silahları bırakın" demiyor!
"Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır" diyerek, Cumhuriyet'le 90 yıllık hesaplaşmanın galibi olduklarını ve ikinci maça hazırlanmaları gerektiklerini örgüte bildiriyor.

Bugün Öcalan'a yeni döneme geçilmesi gerektiği emrini verenler, 2003 yılında AKP'ye 'İkiz Yasalar'ı meclisten geçirtenlerdir. Bu adım adım işleyen bir süreç. "Bugün canım sıkıldı, PKK'lılar sınır dışına çıksın yarın geri gelsin" süreci değil. Bakın, 'İkiz Yasalar' sayesinde artık bu topraklarda yaşayan ve kendisine halk dedirtmiş her kitle, bu ülkede isyan başlatma, yasa tanımama hatta toprak talep etme hakkına sahip hale gelebilir.


İKİZ YASALAR


“1. Madde:

Halkların Kendi Kaderini tayin hakkı

            1.Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

            2.Bütün halklar uluslar arası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslar arası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.

            3.Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan devletler de dahil bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderinin tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler Şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.

2. Madde:


 Sözleşmenin iç hukuka uygulanması ve ayırımcılık yasağı

            1.Bu sözleşmeye taraf her devlet, gerek kendi başına ve gerekse uluslar arası alanda özellikle ekonomik ve teknik yardım ve işbirliği vasıtasıyla bu sözleşmede tanınan hakları mevcut kaynakları ölçüsünde giderek artan bir şekilde tam olarak gerçekleştirmek için, özellikle yasal tedbirlerin alınması da dahil, gerekli her türlü tedbiri almayı taahhüt eder.

            2.Bu sözleşmeye taraf devletler, bu sözleşmede beyan edilen hakların ırk, renk, cinsiyet, dil,din, siyasal veya diğer bir fikir,ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet,doğum gibi her hangi bir statüye göre ayırımcılık yapılmaksızın kullanılmasını güvence altına almayı taahhüt ederler.

            3.Gelişmekte olan ülkeler, insan haklarını ve ulusal ekonomik durumlarını dikkate alarak, bu Sözleşmede tanınan ekonomik hakları vatandaş olmayan kişilere hangi ölçüde tanıyacaklarına karar verebilirler.”




PKK BİTECEK SANMAK

PKK bitmiyor, meşrulaştırılıyor. PKK zaten kendi içerisinde yok olmayı kabul etmez. Çünkü nihai hedefi, ileride kurulacak Kürdistan devletinin silahlı gücü olmaktır. Bugün adı örgüt olur, yarın ise silahlı kuvvetler. Hadi diyelim kendileri yok olmayı kabul etti. Bu kez patronları (!) İsrail ve ABD buna izin vermeyecektir.

Neden mi?

Çünkü İsrail'in geleceği, kurulması planlanan geçici devlet yani Kürdistan'a bağlı. "Vaadedilmiş topraklar" hedefine ulaşabilmek için öncelikli olarak Irak'ın kuzeyini Kürtlere teslim eden ABD, daha sonra bunu Suriye, İran ve son olarak da Türkiye'ye sıçratmayı hedefliyor. Irak'ta zor da olsa bu planı başardılar, kabul. Ancak Suriye'de büyük bir "çuvallama" söz konusu. Şimdiye kadar çoktan Suriye'nin kuzeyini parçalayıp Kürdistan Bölgesel Yönetimi Vol. 2 ilan etmiş olacaklardı planlarına göre... Ama her şey kağıt üzerindeki kadar kolay değil görüldüğü üzere.

ABD, Diyarbakır merkezli Kürdistan devletini (İkinci İsrail) kurana kadar bu süreci öyle ya da böyle devam ettirecektir. Ancak tarih bize şunu gösteriyor ki, ABD plan/program konusunda hiç de başarılı değildir. Vietnam, Afganistan, Irak... Buralarda başarıya ulaşamayan projelerin mimarları, Türk toprakları için çok daha büyük projeler hazırlamalılar. Böyle Diyarbakır merkezli gövde gösterileri, uzun süredir gaflet uykusunda olan bu halkı uyandırmaktan başka hiçbir şeye yaramaz. Çok yakın zamanda bunun farkına varacaklar.

Bugün yaşadıklarımıza bakın ve dönüp tekrar Ergenekon, Balyoz, Oda TV davalarına bakın. 30 bin kişinin katilinin barış güvercini haline getirildiği bu ülkede, bir yandan da vatanseverler bir tane bile delil bulunamamasına rağmen hapislere tıkıldı, müebbet yağdırıldı. Hepsi bu süreç içindi. Bu ülkenin direnç noktalarını birer birer yok ettiler. Küresel çetelerin verdiği emirler doğrultusunda tüm vatanseverleri içeri tıkan AKP hükümeti ve onun destekçileri şimdi oturup kara kara düşünsün, "biz ne yaptık" diye. "Ülkeyi ne hale getirdik, neden buna izin verdik" diye düşünsün. Bugün toplum bunun travmasını yaşıyor. AKP'ye sırf "müslüman adamlar, bunlardan zarar gelmez" diyerek oy veren büyük bir kitle bugün travma yaşıyor. Onların sinirleriyle oynanıyor. Kaldıramayacakları şeyler izlettiriliyor. Şeref, namus, ahlak, vatanseverlik... Bütün duygularıyla, bütün hisleriyle dalga geçiliyor ve karşılarına da medya sayeside "barış, özgürlük, demokrasi" kelimeleri ile duvar örüyor, susturuyor. Bu, toplumu konuşamayan fakat içinde fırtınalar kopan, patlamaya hazır bomba haline getiriyor. Bu, iç savaşın birinci adımıdır, yani psikolojik altyapısıdır.



Yeter particilik yaptığınız, artık şapkanızı çıkarıp önünüze koyun ve iyi bi' düşünün...

6 Ocak 2013 Pazar

Genel affa doğru 2 / İkinci Kürt açılımı / Türk ordusu neden tasfiye edildi?

Yazının ilk bölümünü okuyup öyle gelmenizi tavsiye ederek başlayayım. (Genel affa doğru / Apo'yu sempatikleştirme / Kürt baharı)

Habur Olayı ve Oslo Görüşmesi ile yerle yeksan olan "Kürt Açılımı", 2013'ün ilk günleri ile birlikte hızla yeniden gündeme getirilmeye başlandı. Öyle ki; MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İmralı'da Öcalan'la pazarlık masasına oturdu, hatta git-gel yapmamak için 2 gün orada kaldı...

Önce bi hafızaları tazeleyelim:

Ne demişti padişahımız zamanında?
"Bunlarla (PKK'yla) bir araya oturduğumuzu söyleme şerefsizliğini yapanlar, bu alçakça iftirada bulunanlar bunun hesabını her yerde vereceklerdir. Biz AK Parti hükümeti olarak bugüne kadar terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık hiçbir zaman da oturmayacağız." (İzleyin)

Daha sonra bildiğiniz üzere Oslo görüşmelerinin ses kaydı ortaya çıkmıştı.

Aslında "2. Kürt Açılımı" bir süredir başlamıştı fakat ilk seferdeki gibi zor durumda kalmak istemeyen iktidar, tedbiri elden bırakmamak için şimdiye kadar sessiz sedasız ilerletmekteydi. Bir süre "kuşkuyla" okuduğumuz Aydınlık gazetesi manşetleri bugün yaşananlarla öyle bir örtüşüyor ki, adeta yaşananlar manşetlerin sağlaması niteliğinde...

Neydi o manşetler?

1 Temmuz 2012 Aydınlık sürmanşeti
1 Temmuz tarihli Aydınlık sürmanşetine göre Öcalan, MİT'in yatında ABD'li yetkililerle görüştürülmüştü. (Detaylar için bkz.) İddiayı, "İmralı görevlileri"ne dayandıran Aydınlık, bir gün sonra ise MİT-Öcalan görüşmesinin detaylarını veriyordu.

2 Temmuz 2012 Aydınlık gazetesi sürmanşeti
Aydınlık, taaa 2 Temmuz'da AKP-İmralı görüşmelerini sürmanşete taşımış, Erdoğan'ın görevlendirdiği "yetkililerin" çizdiği yol haritasını belirlemişti. "Yetkililere" göre; "Kürt sorununda Öcalan'ın tek söz sahibi haline getirilmesi lazım. Bunun için kamuoyu hazırlanmalı. Tepkiler zamanla erir gider."

Ve iddiaya göre Apo'yla görüşmeleri yürütmekle "görevli" MİT'çiler öncelikli çözüm olarak "Apo'ya ev hapsi"ni uygun buluyorlar. (Detaylar için bkz.)

Bunlar iddia... Hatta o günlerde çoğumuza "uçuk" gelen bir iddiaydı. Ama bugün yaşananlara baktığımızda, o iddiaların apaçık ispatını görüyoruz.

Öcalan'ın tek söz sahibi konumuna getirilmesi bugün gerçekleşmiş durumda. Dikkat edin, yeni bir "açılım" başladı ve Erdoğan herkesten önce bu sefer kendisi önce İmralı ile görüşülebileceğini (Bkz.) daha sonra ise görüşüldüğünü açıkladı.


Ancak tüm bu açılım sürecinde PKK liderlerinden ve BDP'den pek ses-seda yok. Hayret! Yoksa Öcalan'ı "tek söz sahibi" yapmak için mi bütün bunlar?

BDP'nin tek yaptığı şey, 3 Ocak'ta MİT eli ile İmralı'da Öcalan'la görüştürülmek oldu. Öcalan, BDP'ye de yol haritasını çizdi.



"Genel affa doğru" başlıklı ilk yazımda dikkatinize sunduğum bir iki konu vardı. Bunları tekrarlamam şart.

Konulardan biri "açlık grevi"nde Öcalan'ın "kurtarıcı lider" konumuna getirtildiğiydi. Hatta öyle ki Başbakan Erdoğan bile "Açlık grevlerinin bitmesinde İmralı'nın mesajı da etkili oldu" sözlerini sarfetmişti. Ancak Erdoğan, Öcalan'ın bu talimatı vermesinin karşılığında hükümetin hiçbir teminat verilmediğini dile getirmişti. Aynı gün yandaş Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu ise "hükümetin avukat teminatı verdiğini" ifade etmişti.

3 Ocak 2013 tarihinde İsmail Hakkı Karadayı gözaltına alınırken, KCK davasında sessiz sedasız bir tahliye gerçekleşti. Tahliye edilen isim hükümetin teminatını ve açılımı işaret ediyor: Davut Uzunköprülü. (Detaylar için bkz.)

İsimden çıkaramadınız tabi... Bu adam Öcalan'ın avukatı!

Bir önceki yazımda altını çizdiğim bir diğer konu ise Ağlamaktan Sorumlu Devlet Bakanı Bülent Arınç'ın "Öcalan'ın müslüman kimliği"(!) ile ilgili hikayesi ve "Ben de olsam dağa çıkardım" temalı sözleriydi.

5-6 Aralık'ta Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen "AB, Türkiye ve Kürtler" (9. Uluslararası Kürt Konferansı) adlı konferansta çizilen yol haritasındaki üç maddeye dikkatinizi çekiyorum:

  1. Sayın Öcalan’ın müzakerelerde tam bir rol oynayabilmesi için koşulları düzenlenmeli.
  2. Daha geniş müzakereli bir barış süreci için genel siyasi bir af zemini hemen yaratılmalı.
  3. Adli reform onbinlerce Kürt’ün cezaevlerinden çıkmasını sağlayacak şekilde genişletilmeli. 
  4. .....
Konferans katılımcılarından biri olan gazeteci Serdar Akinan'ın 3 Ocak 2013 tarihinde yeni açılımla ilgili Twitter'da yazdığı yorumu ise görmezden gelinemez:


Geçtiğimiz aylarda Mehmet Ali Birand'dan uçuk bir açıklama gelmişti. Birand'ın açıklaması şöyle:

"Türkiye'nin bir genel affa ihtiyacı var. Genel af olmadan çözüm gelmez. Öcalan 'ı bugünkü hiçbir iktidar önümüzdeki 10 yıl içinde göze alıp adımını atamaz, bir karşılıklı anlaşma olursa olur. Şöyle olursa olur; Karşılıklı ateşkes ilan edilir, ilk adımlar atılır, ilk af çıkar, silaha dokunmamışlar affedilir. Arkasından yönetime gider, en sonunda da Öcalan affedilir. Buna ihtiyaç vardır.

O zaman Öcalan bir parti lideri olur. Bu demokrasinin gereğidir. Bugün Arafat olmuştur, Şimon Perez olmuştur. Öcalan da terörist, Arafat da terörist. Oda insan öldürdü, Öcalan da öldürdü. Gerçekçi olalım. Öcalan eğer çok gecikilmezse günün birinde meclise de girebilir. Bunu yaparsa ancak Tayyip Erdoğan yapabilir. Ondan güçlü birisini görmüyorum. Bu da 2014-2015'ten sonra olur. Tayip Erdoğan başkanlığı alırsa bu cesareti olur. Ben 2015 sonrasında bekliyorum gelişmeleri." (Detaylar için bkz.)

Bu açıklamalar emin olun ki belirli bir program üzerine yapılıyor. Kimse kafasına göre fikrini beyan etmiyor anlayacağınız.

Geçtiğimiz gün Radikal'de yer alan bir röportaj da genel affın altını çizmekteydi. Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, röportajda "PKK'ya da Ergenekon'a da af gerekecek" sözleri ile hem manşeti belirlemiş hem de mesajını vermişti. (Detaylar için bkz.)

Cevat Öneş'le ilgili Öcalan'ın sarfettiği sözler:

“Cevat Öneş’in benim Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir önder şeklindeki ifadeleri isabetli. Benim Türkiye için kritik bir demokratik önderlik rolü oynuyorum, ama bu konuda önümün açılması gerekli” (18 Şubat 2011, Öcalan'ın avukatları ile görüşmesinden notlar...)

“Cevat Öneş’in, ‘Öcalan sorunun çözümünde Nelson Mandela rolünü oynayabilir’ görüşü doğrudur. Fakat Hükümet böyle bir diyaloga hazır değil. Devletin etkili ve yetkin kurumları benim çözümümü tartışmaya hazır.”(3 Mart 2010, Öcalan'ın avukatları ile görüşmesinden notlar...)

BDP'nin 24 Ocak 2012 tarihinde İstanbul Taksim Elite World Otel'de yapılan Merkez Yürütme Kurulu (MYK) Olağanüstü Toplantısı'na ("Kürt Sorunu, Çözüm Olanakları ve Öcalan'ın Rolü" konferansı) katılan Cevat Öneş'in sözlerine bakın şimdi:
"PKK sebep değil sonuçtur, PKK önemli bir siyasal harekettir ve durum PKK'ya önemli sorumluluklar yüklemektedir, Hükümet Anayasa sürecinde bir yol temizliği yaparak, TMK, TCK'da kaldırılması gereken maddeleri kaldırması ve güven artırıcı önlemler alması gerekir"

Daha bitmedi!..

MİT'çi Cevat Öneş'in DTK ile bağlantıları dudak uçuklatıyor.

DTK ne mi? Anlatıyorum...

DTK, Demokratik Toplum Kongresi. KCK iddianamesine göre PKK ile doğrudan bağlantılı, "Demokratik Toplum Hareketi"ne bağlı sivil toplum kuruluşlarını tek çatıda birleştirme misyonundaki bir oluşum.

Demokratik Toplum Hareketi ise sırayla HEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP ve son olarak BDP'dir.

Cevat Öneş'in DTK'nın neredeyse tüm konferanslarına katılmasının amacı onları tatlı dille ikna etmek mi?

31 Aralık 2012'de Habertürk'te canlı yayına katılan Nazlı Ilıcak'a Demirel'in "genel af önerisi" hakkındaki düşünceleri soruluyor. Önce konuya balıklama atlayıp "Genel af meselesi çok önemli tabi. Mesela Kürt meselesini de kapsayan bir genel affın..." sözlerini sarfeden Nazlı Ilıcak, sonra sunucu tarafından genel affın Ergenekon davasını da kapsayabilme ihtimalinin hatırlatılması üzerine "tabii şimdi af istiyorsa, bu tamamen Ergenekoncuları kapsayan bir aftır Süleyman Demirel'in istediği. Esasen suç işlemiş olanlar mahkeme tarafından belgelendikten sonra, mahkeme tarafından karara bağlandıktan sonra böyle bir affa ben de taraftarım. Ama şimdi mahkemeleri yarım bırakacak bir affa kesinlikle karşıyım." sözlerini sarfediyor. (İzlemek için tıkla)

Türkçesi şu: PKK'lı hüküm giyenlere af çıksın, Ergenekon'da yargılanan askerler, gazeteciler dava bitene kadar aftan yararlanamasın.

He amk he.

BDP'lileri günahım kadar sevmem ama Türkiye'de en dürüst politika onlarda sanırım. Her şeyi açıkça dile getiriyorlar. Selahattin Demirtaş'ın "Kürdistan'ı Erdoğan kuracak" sözlerini de bu açıdan değerlendiriyorum.

Kürt sorununun çözümü meselesinde daha önce PKK ile masaya oturan devlet, bugün direkt Öcalan'ı muhattap alarak farklı bir yol denemeye çalışıyor. Ancak bu sorunun çözümü asla kişi ya da örgütlere indirgenecek kadar küçük değil. En nihayetinde ABD'nin Ortadoğu'daki maşalığını üstlenen AKP hükümeti, bu politikasının sonucu olarak Suriye, İran ve Irak merkezi yönetimini karşısına aldı. PKK sorununu konuşuyorsak, bu ülkelerle olan ilişkileri gözardı edemeyiz. Özellikle Irak bu konuda oldukça hassas durumda. Irak'ın kuzeyinde kurulacak olası bir bağımsız devlet, zaten dış politikası hallaç pamuğuna dönmüş Türkiye'yi iyice ateşe atar.

Şimdi yine bir kaç alıntı yapacağım.

Kürdistan Bölgesi Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Ocak 2012'de “Eğer Kürdistan halkı bağımsızlık talep ederse, ben bunun önünde durmayacağım. Ben Kürdistan bölgesinin günden güne gelişmesini istiyorum ancak asıl umudum Kürdistan’ın bağımsızlığıdır. cümlelerini kurmuştu.

Kürdistan Bölge Hükümeti Başbakanı Neçirvan Barzani, Aralık 2012'de "Bağımsız Kürdistan’a her zamankinden daha yakınız!" açıklamasını yaptı.

Mesud Barzani'nin danışmanı, eski ABD'li diplomat ve petrol devi Exxon Mobil'i Kuzey Irak'a sokan Peter Galbraith, Mayıs 2012'de Kürt Rudaw dergisi ile yaptığı söyleşide şu kritik cümleyi kuruyor:

"Bağımsız Kürt devletinin ilanı için en uygun zaman geldi"

Galbraith, Aralık 2012'de Radikal'den Ezgi Başaran'a ise şu açıklamaları yapıyor:


"Irak’ta açıkça Şii olan ve bunu vurgulayan bir hükümet var. Ve Türkiye artık Sünni kimliğini öne çıkaran bir ülke. Bunu söylediğimde Amerikalıların çoğu AK Parti’nin Türkiye’yi bir İslam ülkesine dönüştürmek istediği fikrine kapılıyor. Hayır bunu söylemiyorum. Demek istediğim; Türkiye eskiden milliyetçi Kemalist bir rejim olarak kendini tanımlıyordu, artık Sünni bir kimliğe sahip.

Eğer bölgeye bu kimlik tanımları üzerinden bakarsanız, Türkiye’nin Maliki’ye ve İran’ın domine ettiği Irak’taki Şii nüfusuna karşı düşmanca tavır almasını daha iyi anlarsınız. Elbette tersi de Maliki için geçerli. Maliki, Suriye’de Sünnilerin öncülüğünde yürüyen muhalif harekete destek çıkan, kendi ülkesinde sorun yarattığını düşündüğü Erbil’le arasını iyi tutan bir Türkiye görüyor. Ve rahatsız oluyor. Tabii ki başka birçok faktör de var ama iki yönetim arasındaki sürtüşmenin temel sebeplerinden birinin bu kimlik siyaseti olduğunu düşünüyorum.

Bence önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde bu (Bağımsız Kürdistan) kaçınılmazdır. Irak’taki Kürtler artık Irak’ın parçası olmak istemiyor, o kesin. Birçok Iraklı da Kürtlerin yeterince sorun yarattığını ve bağımsızlıklarını vererek onlardan kurtulunması gerektiğini düşünüyor. Gerçek bir birleştirici olan Talabani’nin ölümü de bu çözülmeyi hızlandıracaktır.

Ben Türkiye devletinin bunun farkında ve hazırlıklı olduğunu düşünüyorum. Elbette tercih etmez ama söylemlerine baktığımda konuya çok daha ılımlı yaklaştığını görüyorum. Bir kere çok ciddi ticari ilişkileri var Kuzey Irak’taki Kürtlerle. Artık siyaset birliği yapmaya da başladılar. Bağımsız bir Kürdistan’ın ayakta kalması için de komşu ülkelerden birinin desteğini alması lazım ki, bu ülke Türkiye’dir. Türkiye de buna uzak değil. Eskiden ‘Bağımsız bir Kürdistan kabul edilemez’ derlerdi, şimdi ‘Irak’ın birliği tercihe şayandır’ diyorlar. Arada çok fark var."


Yeni Şafak yazarı Murat Aksoy 2 Ocak 2013'te köşesinde Hükümet-Öcalan görüşmelerindeki 7 maddeyi açıkladı.
  1. İlk adımı Öcalan üzerindeki tecridin kısmen azaltılmasıdır. Ailesinin görüşmelerini bu ay ve önümüzdeki ay içinde bazı avukatların görüşmesi izleyecek.
  2. İkinci adım açlık grevlerinin sona ermesinde gündeme gelen ana dille savunma hakkıdır. Eksikliklerine rağmen taslak hazırlanmış ve Meclis’e sevk edilmiştir.
  3. Yerel yönetimlerin güçlenmesi açısından önemli bir adım olan Büyükşehir yasası hayat geçmiştir. Bu yasayı tamamlayacak önemli bir adım ise yılın son MGK’sında üzerinde mutabık kalınan Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’na konulan çekincenin kaldırılması olacaktır.
  4. Yol haritasının en önemli maddesi ise üzerinde çalışılan 4. Yargı Paketi’ndeki bazı düzenlemeler olacaktır. Şiddete bulaşmışlar dışındaki tutuklular için ceza kanununda yapılacak değişiklik, yer isimlerinin iadesi, kamu kurumlarında anadilin kullanılması bunlardan bazılarıdır.
  5. Yol haritasında önemli bir madde de vatandaşlık tanımının etnik vurgudan arındırılmasıdır. AK Parti ve BDP bu konuda birbirine yakın. CHP’nin sunduğu alternatiflerden birisi de bu yönde. Bu konu yeni anayasa çalışmalarına bağlı olduğu için şimdilik beklemede ama niyetin varlığı önemli.
  6. Yol haritasına göre bu adımlara paralel olarak PKK’nın terör eylemlerini durduracaktır. Ki son bir ay içinde teröre eylemleri bıçak gibi kesilmiştir.
  7. Şu anda yol haritasının son adımları üzerinde müzakereler devam ediyor görünmektedir. Devlet hedefini silah bırakma olarak açıklarken bunun gerçeklememiş olması Öcalan’ın kademeli bir formül (ateşkes, sonra sınır dışına çekilme ve silah bırakma) önermesinden kaynaklanıyor görünmektedir.
Not: Yeni Şafak gibi gazetelerden kesitler sunmamın sebebi, kendi yayın organlarının "itiraf" niteliği taşımasıdır.

Açılımda görev yine ilk olarak medyaya verildi. Geçtiğimiz yıllarda Aydın Doğan'la kanlı-bıçaklı olan Erdoğan, bugün onun desteği ile halkı şekillendirmeye çalışıyor. Öyle ki, Doğan Medya Grubu, Aydın Doğan'ın talimatıyla Kürt açılımına tam destek verecek...

Aydın Doğan dün Doğan Medya Grubu altında yayın yapan kurumlara gönderdiği mektupla "Yayınlarınızda barışın dili hakim olsun. Çatışma dilinden uzak durun" talimatı verdi. Bunu açıklayan Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can... (Detaylar için bkz.)

Aynı gün Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök de "genel affı" kaleme aldı. Özkök genel affı şu sözlerle savundu:
Bu ülkeye bir genel af lazım dediğim zaman fazla taraftar bulamamıştım. Şimdi bu konuda da ağırlıklı konsensüs iradesi oluşuyor.Evet bir genel aftan başka çıkar yolumuz yok.Bu herkes için iyidir. (Detaylar için bkz.)
Şimdi Türk halkına soracağımız soru şu...

Kademeli olarak "genel af" "Öcalan'a ev hapsi" ve "Öcalan'a tahliye" olaylarında tepki gösterecek misiniz? Gösterecekseniz tepkileriniz "eritilecek" cinsten mi olacak?

Oslo görüşmelerinde MİT'in PKK'ya verdiği bir teminat vardı. Emre Uslu'nun 10 Haziran 2012 tarihinde kaleme aldığı yazısındaki iddiasına göre o teminat şu yöndeydi;
Güneydoğuda görev yapan askerler ve polisler savaş suçlusu olarak yargılanacak!
(Detaylar için bkz.)

Oslo görüşmeleri ne zaman yapıldı? 2009-2010 yıllarında.

Balyoz operasyonu ne zaman başlatıldı? 30 Ocak 2010 tarihinde Mehmet Baransu'nun şu meşhur "bavulu" Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'ne teslim etmesi sonrasında...

Balyoz operasyonu ile Türk askerini içeri tıkan iradeye destek veren Emre Uslu'nun, 2 yıl sonra kaleme aldığı yazı, Oslo görüşmelerinin detaylarında istemeden ve dolaylı olarak da olsa PKK'ya verilen teminatın gerçekleştiğini ispatlıyordu.

Balyoz operasyonunda tutuklananlar arasında yer alan Emekli Kıdemli Albay Hasan Atilla Uğur (Öcalan'ı sorgulayan komutan), Özel Kuvvetler Komutanı emekli Korgeneral Engin Alan (Öcalan'ı Türkiye'ye getiren ekipten komutan) isimleri bu çerçevede değerlendirilmeli.

Wikileaks belgelerinde yer alan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson imzalı 18 Nisan 2003 tarihli belgede TSK'daki kutuplaşmalarla ilgili dikkat çeken bir bölüm:

“Birincisi, Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu, istekli olmasa da kabul eden ‘Atlantikçiler’. İkincisi, ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Irak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dâhil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı ‘Milliyetçiler’. Üçüncüsü de, ‘Avrasya’ konseptinin, Rusya’nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif arayan ve Rusya’yla ya da Rusya ve İran’ı veya Rusya ile Çin’i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen ‘Avrasyacılar’.”

Dönemin TSK'daki en üst düzey "Atlantikçi" Hilmi Özkök'e nasıl bakıyor diye soruyorsanız, yine Wikileaks'ten alıntı yapalım:
“AKP ile ordu arasında gelişen ilişki değerlendirilirken, Özkök faktörü de Erdoğan’ın karakteri kadar önem taşıyacaktır. Özkök’ün daha açık fikirli bir askeri lider olduğu söyleniyor (başka şeylerin yanı sıra, Ramazan’da da oruç tutuyor).”

Ve Wikileaks'te asıl gelmek istediğim nokta şu ki; Özkök karşıtı olarak ismi geçen tüm komutanların süregelen tarihlerde tutuklanacak olmasıdır...
Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman, Jandarma Komutanı Eruygur, Birinci Ordu Komutanı Doğan, Ege Ordu Komutanı Tolon, İkinci Ordu Komutanı Türkeri ve MGK Genel Sekreteri Kılınç'ın Özkök karşıtı olduğunun altı çiziliyor. Yaşar Büyükanıt’ın ise ikili oynadığı iddia ediliyor.
(Wikileaks, ABD Ankara Büyükelçilik Müsteşarı Robert Deutsch tarafından yazılan 10 Aralık 2002 tarihli belge)

Olayları kronolojik olarak değerlendirirsek, TSK'nın tasfiyesini başlatan asıl konu 1 Mart tezkeresiydi.
3 Mart 2003’te Robert Pearson'ın ABD Dışişlerine gönderdiği telgrafta tezkerenin reddinin sebepleri şöyle sıralanıyor:
  • Laik Türk Devleti’nin, ABD hükümetinin Irak’taki niyetlerine ilişkin korkuları 
  • İslami eğilimli AKP’yi dizüstü çöktürme niyetindeki güçlü istek 
  • AKP’nin iç dinamikleri, parti içi rekabet ve acemilik.
Wikileaks belgelerinde İlker Başbuğ'un Kürt meselesine yaklaşımı çok dikkat çekiciydi:

"Başbuğ, hiç sorulmadan, Türk hükümetinin azınlık haklarında AB bağlantılı reform çabasını kendiliğinden gündeme getirdi. Son iki üç yıldır, parlamentonun “kültürel haklar”ı garanti eden birçok yasayı geçirdiğini söyledi. Yapılan değişiklikler önemliydi ve geçirilen yasalara bir itirazı yoktu. “Artık yapılacak ya da talep edilecek bir şey kalmadı” diye görüşünü açıkladı. Ne var ki, AB daha fazlasını talep etmeyi sürdürüyordu. Uygulamanın daha sıkı takip edilmesini isteyip duruyorlar. “Bununla neyi kastediyorlar? Yeterli olmayan ne” diye sordu.

Leyla Zana’nın cezaevinden salıverilmesinden sonra bölgeyi turladığını belirterek, Türkiye’nin güneydoğusundaki olayların “hukuku aştığını” söyledi. Zana’nın siyasi faaliyetlerde bulunurken Kürtçe konuştuğunu, bunun da Siyasi Partiler Yasası’nın açık bir ihlali olduğunu bildirdi. 7 eylülde, Diyarbakır Belediye Başkanı’nın AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri (Günter) Verheugen’e, AB’nin gerekliliklerini karşılamak için, yasanın bu hükmünün (siyasi faaliyette Türkçe dışında bir dil kullanma yasağı kastediliyor) değiştirilmesinin gerekip gerekmeyeceğini sorduğu bildiriliyordu. Belediye Başkanı’nın bu soruyu sormuş olması da, Zana’nın kendi şehrinde olduğu bir esnada, bunun asılnda bir ihlal olduğunu anladığını göstermekteydi.

Son olarak, Başbuğ, Zana’nın hapisteki PKK/Kongra-Gel lideri Abdullah Öcalan’a “Siyasi, toplumsal ve kültürel haklarımızı AB üyeliği yoluyla alacağız” diyen bir mektup yazdığını kaydetti. "Eğer AB, Zana’nın destekçilerinin hedeflerine ulaşması için bir araçsa, daha fazla ne istiyorlar" diye sordu. 7 eylülde Güneydoğu’da güvenlik güçlerinin iki mensubunun öldürüldüğünü söyledi. Yarın bir başkası daha hayatını kaybedebilirdi. Bu insanların hayatlarını riske atmalarını niçin istiyoruz, diye sordu. (YORUM: Başbuğ’un buradaki iması, Zana’nın ve onun yandaşlarının AB’yi, Türkiye’yi bölmek için bir araç olarak gördüğüydü.) Başbuğ, “Daha fazla verecek bir şeyimiz yok ve biz gereğinden fazlasını verdik” dedi."
(ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın 10 Eylül 2004’te kaleme aldığı “Büyükelçi ile Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ, Kıbrıs’ı, AB Reformlarını ve İkili İlişkileri Tartışıyor” başlıklı ve “GİZLİ” ibareli telgraf, Wikileaks belgeleri)

Ergenekon operasyonları neyin savaşı?
  • 2007'de Ümraniye davası ile Ergenekon'un temelleri atılıyor...
  • ABD'li yetkililere göre "ikili oynayan" Büyükanıt, 4 Mayıs 2007'de Dolmabahçe'de Türk-Amerikan savaşındaki tarafını açıkça seçiyordu.
  • 2008'de Ergenekon operasyonları/gözaltılar/tutuklamalar başlıyor...
  • 4 Mart 2008'de Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ ile Anayasa Mahkemesi Başkanı Osman Paksüt arasında görüşme gerçekleşiyor (Daha sonra bu görüşme kapatma davası ile ilişkilendirilmiştir)
  • 14 Mart 2008'de AKP'ye kapatma davası açılıyor...
  • 21 Mart 2008'de İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve Kemal Alemdaroğlu'nun da aralarında bulunduğu 14 kişi Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alınıyor. 
  • 1 Temmuz 2008'de ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı’nın kaleme aldığı ve büyükelçi Wilson tarafından onaylandıktan sonra ABD’ye gönderilen raporda 21 Mart'taki Ergenekon dalgasından bir hafta önce Emniyet’ten bir yönetici ABD büyükelçiliğinin Federal Soruşturma Bürosu’nu ziyaret ediyor ve "AKP’nin kapatılması meselesinin konuşulduğuna" inandıkları "Başbuğ-Paksüt görüşmesine misilleme olarak bir operasyon düzenleyeceklerini" söylüyor.
  • 1 Temmuz 2008'de Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Hasan Atilla Uğur, Mustafa Balbay gibi bir çok isim Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanıyor.
Ergenekon "uzmanı" gazetecilerin itirafları

Şimdi 2009 yılından 3 köşe yazarının birer gün aralıklarla kaleme aldıkları yazılardan kesitler sunacağım. Altı çizili yerlere yoğunlaşabilirsiniz...
"Ergenekon sadece bizim sorunumuz değil. Türkiye ile ilişkide olan neredeyse tüm ülkeleri ilgilendiriyor; özellikle de Türkiye'nin dış politikasında stratejik bir yön değişikliğinden olumlu veya olumsuz etkilenebilecek ülkeleri. 
Ergenekon, devlet içinde bulunan resmî bir yapının deformasyona uğramış hali. Kökleri de belli: Özel Harp Dairesi. Türkiye'nin NATO'ya girmesinden sonra Avrupa'daki birçok NATO ülkesinde olduğu gibi bizde de örgütlendi. Mali kaynakları ve teçhizatı NATO'dan sağlandı. Amaç, Soğuk Savaş döneminde ülkenin muhtemel bir Sovyet işgaline uğraması veya komünist bir ihtilale maruz kalması durumunda 'sivil direniş'i örgütlemekti.

Barış zamanında 'uyuması' öngörülen bu örgütler boş durmadılar. Siyasete, şiddete ve maddi çıkar kavgalarına bulaştılar. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle de NATO'nun suça karışmış bu örgütlere daha fazla ihtiyacı kalmayınca tasfiye edildiler.
Benzer bir süreç şimdi de Türkiye'de yaşanıyor. Amacı dışına çıkan ve 'Rusçu' bir kliğin kontrolüne giren Türk Gladio'su artık korunup kollanmıyor. Nedeni açık: Gürcistan ve doğalgaz krizlerinde iyice görülen Rusya-Batı gerginliği Türkiye'yi yeniden vazgeçilmez bir 'cephe' ülke konumuna getiriyor. 
Peki, böyle bir ülkede elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rusya yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı 'Rusçu' bir kliğin eline geçmesine seyirci kalınır mı? 
Malzeme elde, Rusçu ekip güçlenmiş; NATO'nun ikinci büyük ordusu, 'ABD ve AB ile işbirliğini bırakıp Rusya ve İran'la ittifak kuralım.' diyen bir MGK Genel Sekreteri çıkarmış. Son dalgada gözaltına alınanlardan Tuncer Kılınç'ın, bu 'stratejik ufkunu' ilan etmesinin ardından 7 yıl geçmiş. Bu düzeydeki bir askerin böylesine derin bir 'stratejik yeniden yapılanma' yolu gösterdikten sonra makamında kös kös oturmuş olabileceğini kimse düşünmüyordur herhalde. Kılınç, 'stratejik vizyon'unu pratiğe dönüştürmek için birtakım çalışmalara girişmiş olmalı. 
Dahası, Ergenekon'dan yargılananlardan Şener Eruygur bu ülkede Jandarma Genel Komutanı olmuş, yine Ergenekon sanıklarından Hurşit Tolon 1. Ordu Komutanı olarak Genelkurmay Başkanlığı'na giden yolun en başına kadar gelmiş. NATO'yu Türkiye için en büyük tehlike ilan edip, bir NATO ordusunun bu kadar tepesine çıkmış bir grubun varlığı şaka değil, bütün Batı ittifakı mensuplarının 'kaygıyla' izleyeceği ciddi bir durum.  
Üstelik bu klik, sadece ordu içinde yükselmeye değil, Özden Örnek günlüklerinden anlaşıldığı gibi fiilî bir darbeyle yönetime el koymaya çalışmış. Ama başaramamışlar; 'Rusçu' bir darbeye vize verilmemiş!  
Bunlardan, Ergenekon soruşturmasında ABD/NATO parmağı olduğu sonucu çıkmaz. Tasfiyeyi yargı yapıyor, ama dikkat; tasfiye edilen Ergenekon resmî bir kurumun uzantısı. Dolayısıyla bu örgütün arkaplanında bulunan güçlerin tasfiye işlemine yönelik tutumu önemli. Nedir bu tutum? Sessizlik; ordunun ve ordu üzerinden ABD/NATO'nun sessizliği."

....
(İhsan Dağı, Zaman, 13 Ocak 2009)

//////////////////////////////////////////////////////////////////////////////
"On üç yıl Washington’da gazetecilik yaptım. Bu yıllar bana, ABD’nin Türk ordusuyla arasındaki ilişkinin kalıcı biçimde yıpranmasını asla istemeyeceğini öğretti. Bununla beraber Amerikan siyasetinin ve ordusunun Türkiye’yi iyi tanıyan mensuplarının, TSK’nın soğuk Savaş sonrasındaki performansına kuşkuyla baktıklarına da birçok kez tanık oldum. 
Türk ordusunun Washington’da, ‘gitgide Batı’dan kopan, bazı unsurlarıyla Rusya’nın etki alanına giren, AB sürecini baltalamaya çalışan, Kıbrıs’ta çözümü engelleyen, demokratikleşmeyi içine sindiremeyen, 1920’lerin zihniyetine tutsak, küreselleşmeden de Türkiye’nin küreselleşmesiyle uyumlu değişimlerden de, giderek Türkiye toplumundan da kopuk’ bir kurum olarak algılanmaya başladığını gözlemledim. 
Yukarıda aktardığım gözlemin yol açabileceği kestirmeci yorumların farkındayım. Ama bu gözlemden, Ergenekon soruşturmasında ABD parmağı olduğu sonucu çıkmaz. 
Doğru teşhis, İhsan Dağı’nın da yazdığı gibi, TSK’nın üst kademesinin Ergenekon soruşturmasına engel olmayarak kendini Batı ittifakı içinde yeniden konumlandırmaya çalıştığıdır."
(Yasemin Çongar, Taraf gazetesi, 14 Ocak 2009)

//////////////////////////////////////////////////////////////////////////////
"NATO kurulduğunda Sovyet’lere karşı en vurucu ölüm makinesi, Soğuk Savaş’ın en keskin kılıcıydı...
Sovyet’lerin çökmesi ardından nitelik değiştirdi...
NATO 1949 yılında kurulmuştu... Soğuk Savaş’ın ‘İleri Karakolu’ konumundaki Türkiye ise 1952 yılında, Yunanistan, İspanya ve Batı Almanya’dan çok önce üye oldu...
Nitelik değişimin en şaşırtıcı virajı ise 1998 yılında, NATO ellinci kuruluş yılını kutlarken yaşandı... Örgüt, ‘demokrasiyi korumayı’ da temel hedefi haline getirdi... Kendi halkına eziyet eden Miloseviç’in ülkenin ‘hükümdarlık’ hakkına pabuç bırakılmadan NATO tarafından devrilmesi bu açıdan bir milattır...
* * *
Ankara’daki ‘askeri cumhuriyet’ ise demokrasiden, demokratikleşmeden haz etmiyordu... 
Soğuk Savaş tamtamları ve anti-komünizm şartlanması, bir de tek parti zihniyetiyle sarmalanınca yeniliğe, dönüşüme, değişime karşı delinmesi zor bir zırh oluşturmuştu...
AB süreci bunu iyice zorlamaya başlayınca, demokrasi korkusu batı karşıtı yeni ittifaklar aramayı bile gündeme getirdi...
Batı’yı boşlayarak NATO’dan ayrılmak, bölgedeki diktatörlüklerle, hatta din devletleriyle yeni ittifaklara gitmek üst düzey askerler tarafından dillendirilir oldu... 
‘Batılı modernleşme’ ile övünen askerlerin kimileri, demokrasi korkusuyla tam zıt bir yöne hamle etmeye hazırdı...
* * *
Ergenekon Terör Örgütü sadece içeride bir darbe girişimi değil...
Türkiye’yi ‘Batı’daki demokrasi ittifakından’ koparma girişimi... AB’den tutun da, kimlik değiştiren NATO’ya karşı beliren ani alerji bundan... Şimdi, anlaşılan, içerde ve dışarıda, hedef alınan irade harekete geçti... 
Halk iradesi, demokrasi ve batı medeniyeti koalisyonu Ergenekon’u ortaklaşa teşrih masasına yatırmak istiyor...
Özetle NATO askeriye üzerinden tekrar geri dönüyor denilebilir..."
(Mehmet Altan, Star gazetesi, 15 Ocak 2009)

Özetle Mehmet Altan, İhsan Dağı ve Yasemin Çongar şunu diyor; TSK ve Ergenekoncular(!) batıdan ve NATO'dan uzaklaşıp Avrasyacı olmuşlar, Rusya ve İran'la yaklaşmaya başlamışlar, demokrasiye(!) savaş açmışlar.

Bundan alâ Ergenekon itirafı mı olur?

Bugün Suriye'yi alaşağı etmek isteyen küresel güçlerin yanında kim var? AKP; yani Atlantikçiler.
Suriye'deki kanlı oyunun karşısında duran kim var? Rusya ve İran... Türkiye'de ise muhalefet partileri ve Ergenekon tutukluları; yani Milliyetçiler ve Avrasyacılar.

Dipnot ve saptamalar:
* Ortadoğu'nun geleceği, ezilen ve hedefe konulan devletlerin halklarının, güçlerini birleştirip birleştirmemesine bağlıdır. İlk adım, Türkiye'nin 1 Mart tezkeresindeki iradesini yeniden ortaya koyup BOP Eşbaşkanlığı görevinden istifa etmesi ile başlamalıdır.

*Eğer Ergenekon diye bir örgüt gerçekten varolsaydı, bugün devlet İmralı'yla değil, Silivri ile müzakere ediyor olurdu.