Ergenekon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ergenekon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2013 Pazar

Büyük Ortadoğu Projesi tam gaz devam!.. / Merkez: Diyarbakır

Türkiye, tarihinin en aciz dönemini yaşıyor...

Sözde barış sürecinden, Öcalan'ın mektubundan ve PKK'nın Diyarbakır'daki şovundan bahsediyorum elbette...

Şu ana kadar her adımını üç aşağı beş yukarı önceden tahmin ettiğim bir süreç bu. Blogda önceki yazılarımı takip edenler durumun farkındadır.

Yıllar önce "Diyarbakır'ı Büyük Ortadoğu Projesi'nin yıldızı/merkezi yapacağız" diyen Erdoğan, 21 Mart 2013'te en büyük somut adımı atmış oldu. Devlet, Öcalan'ı artık sadece PKK'nın değil, Kürtlerin de lideri statüsüne getirdi. Barış güvercini ilan etti.


PKK: 1 TÜRKİYE: 0

PKK'nın Diyarbakır şovu ve Öcalan'ın mektubu Erdoğan'ı maçın ilk dakikasında 1-0 geri düşürdü. Her ne kadar medya "PKK bitiyor, barış geliyor" manşetleri atsa da Öcalan'ın mektubu hiç de bu yönde değildi. Evet, barıştan ve demokrasiden söz etmişti fakat az buçuk devlet politikalarıyla ve kullanılan manipülasyon tekniklerine dikkat ediyorsanız, bu sözcükleri en çok kullananların emperyalist devletler, bölücüler ve işbirlikçi köşe yazarları olduklarını zaten biliyorsunuzdur.

PKK'nın Diyarbakır şovu, AKP'yi sürecin mimarı olmadığının net göstergesi oldu. Öcalan, yazdığı mektupla Erdoğan'ı ikinci plana itti. Çünkü artık Erdoğan'ın bu süreçten geri adım atamayacağının farkında. Zaten Öcalan'ın "sızdırılan" BDP'lilerle yaptığı görüşmesinde de "süreç tıkanırsa 40 bin kişiyle halk savaşı başlatacağız" tehditini savurmasının sebebi buydu. Öcalan artık yeni süreçte sadece PKK'nın değil, Erdoğan'ın da yol göstereni olacaktır. Diyarbakır şovunun yarattığı bir diğer portre ise, PKK'nın ve Öcalan'ın devlet desteği ile meşrulaştırılmış olması. Zaten en başından beri devam eden açılım süreçleri, toplumda "Kürt eşittir PKK" ya da "Kürtlerin verilmemiş haklarını PKK alıyor" algısı oluşturmaktan başka hiçbir şeye yaramadı.

Öcalan'ın mektubundan dikkat çeken noktalar:

  • Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar artık miadını doldurmuştur. Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor. Kendine ve aslına dönüyor. Birbirlerine karşı kışkırtıcı ve köreltici savaşlara ve çatışmalara dur diyor.
  • Bugün artık yeni bir Türkiye'ye, yeni bir Ortadoğu'ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz.
  • Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
  • Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.
  • Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.
  • Yeni mücadelenin zemini fikir, ideoloji ve demokratik siyasettir, büyük bir demokratik hamle başlatmaktır.

"Ortadoğu halkları uyanıyor" vurgusu çok önemli. Çünkü kendisine ve peşindeki kitlelere çizdiği yeni yol da tıpkı onların yolu olacak. Yani hedef Arap Baharı gibi bir Kürt Baharı...
Yeni bir Ortadoğu dediği ise, bizim yıllardır bas bas bağırdığımız Büyük Ortadoğu Projesi'nden ibaret.
"Silahlı unsurların sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir" diyor dikkat edin, "silahları bırakın" demiyor!
"Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır" diyerek, Cumhuriyet'le 90 yıllık hesaplaşmanın galibi olduklarını ve ikinci maça hazırlanmaları gerektiklerini örgüte bildiriyor.

Bugün Öcalan'a yeni döneme geçilmesi gerektiği emrini verenler, 2003 yılında AKP'ye 'İkiz Yasalar'ı meclisten geçirtenlerdir. Bu adım adım işleyen bir süreç. "Bugün canım sıkıldı, PKK'lılar sınır dışına çıksın yarın geri gelsin" süreci değil. Bakın, 'İkiz Yasalar' sayesinde artık bu topraklarda yaşayan ve kendisine halk dedirtmiş her kitle, bu ülkede isyan başlatma, yasa tanımama hatta toprak talep etme hakkına sahip hale gelebilir.


İKİZ YASALAR


“1. Madde:

Halkların Kendi Kaderini tayin hakkı

            1.Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

            2.Bütün halklar uluslar arası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslar arası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.

            3.Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan devletler de dahil bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderinin tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler Şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.

2. Madde:


 Sözleşmenin iç hukuka uygulanması ve ayırımcılık yasağı

            1.Bu sözleşmeye taraf her devlet, gerek kendi başına ve gerekse uluslar arası alanda özellikle ekonomik ve teknik yardım ve işbirliği vasıtasıyla bu sözleşmede tanınan hakları mevcut kaynakları ölçüsünde giderek artan bir şekilde tam olarak gerçekleştirmek için, özellikle yasal tedbirlerin alınması da dahil, gerekli her türlü tedbiri almayı taahhüt eder.

            2.Bu sözleşmeye taraf devletler, bu sözleşmede beyan edilen hakların ırk, renk, cinsiyet, dil,din, siyasal veya diğer bir fikir,ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet,doğum gibi her hangi bir statüye göre ayırımcılık yapılmaksızın kullanılmasını güvence altına almayı taahhüt ederler.

            3.Gelişmekte olan ülkeler, insan haklarını ve ulusal ekonomik durumlarını dikkate alarak, bu Sözleşmede tanınan ekonomik hakları vatandaş olmayan kişilere hangi ölçüde tanıyacaklarına karar verebilirler.”




PKK BİTECEK SANMAK

PKK bitmiyor, meşrulaştırılıyor. PKK zaten kendi içerisinde yok olmayı kabul etmez. Çünkü nihai hedefi, ileride kurulacak Kürdistan devletinin silahlı gücü olmaktır. Bugün adı örgüt olur, yarın ise silahlı kuvvetler. Hadi diyelim kendileri yok olmayı kabul etti. Bu kez patronları (!) İsrail ve ABD buna izin vermeyecektir.

Neden mi?

Çünkü İsrail'in geleceği, kurulması planlanan geçici devlet yani Kürdistan'a bağlı. "Vaadedilmiş topraklar" hedefine ulaşabilmek için öncelikli olarak Irak'ın kuzeyini Kürtlere teslim eden ABD, daha sonra bunu Suriye, İran ve son olarak da Türkiye'ye sıçratmayı hedefliyor. Irak'ta zor da olsa bu planı başardılar, kabul. Ancak Suriye'de büyük bir "çuvallama" söz konusu. Şimdiye kadar çoktan Suriye'nin kuzeyini parçalayıp Kürdistan Bölgesel Yönetimi Vol. 2 ilan etmiş olacaklardı planlarına göre... Ama her şey kağıt üzerindeki kadar kolay değil görüldüğü üzere.

ABD, Diyarbakır merkezli Kürdistan devletini (İkinci İsrail) kurana kadar bu süreci öyle ya da böyle devam ettirecektir. Ancak tarih bize şunu gösteriyor ki, ABD plan/program konusunda hiç de başarılı değildir. Vietnam, Afganistan, Irak... Buralarda başarıya ulaşamayan projelerin mimarları, Türk toprakları için çok daha büyük projeler hazırlamalılar. Böyle Diyarbakır merkezli gövde gösterileri, uzun süredir gaflet uykusunda olan bu halkı uyandırmaktan başka hiçbir şeye yaramaz. Çok yakın zamanda bunun farkına varacaklar.

Bugün yaşadıklarımıza bakın ve dönüp tekrar Ergenekon, Balyoz, Oda TV davalarına bakın. 30 bin kişinin katilinin barış güvercini haline getirildiği bu ülkede, bir yandan da vatanseverler bir tane bile delil bulunamamasına rağmen hapislere tıkıldı, müebbet yağdırıldı. Hepsi bu süreç içindi. Bu ülkenin direnç noktalarını birer birer yok ettiler. Küresel çetelerin verdiği emirler doğrultusunda tüm vatanseverleri içeri tıkan AKP hükümeti ve onun destekçileri şimdi oturup kara kara düşünsün, "biz ne yaptık" diye. "Ülkeyi ne hale getirdik, neden buna izin verdik" diye düşünsün. Bugün toplum bunun travmasını yaşıyor. AKP'ye sırf "müslüman adamlar, bunlardan zarar gelmez" diyerek oy veren büyük bir kitle bugün travma yaşıyor. Onların sinirleriyle oynanıyor. Kaldıramayacakları şeyler izlettiriliyor. Şeref, namus, ahlak, vatanseverlik... Bütün duygularıyla, bütün hisleriyle dalga geçiliyor ve karşılarına da medya sayeside "barış, özgürlük, demokrasi" kelimeleri ile duvar örüyor, susturuyor. Bu, toplumu konuşamayan fakat içinde fırtınalar kopan, patlamaya hazır bomba haline getiriyor. Bu, iç savaşın birinci adımıdır, yani psikolojik altyapısıdır.



Yeter particilik yaptığınız, artık şapkanızı çıkarıp önünüze koyun ve iyi bi' düşünün...

8 Ocak 2013 Salı

Balyozu kim indiriyor? / Bahçeli'den çalım / Gülen İmralı sürecine neden destek verdi?

Bu blogun amacı iç politikayı yorumlamak değildi, ancak Türkiye'de öyle şeyler oluyor ki değinmeden geçmek mümkün değil. Doğal olarak asıl değinmem gereken konulara bir türlü değinecek vakti bulamıyorum.

Balyoz davasında 1435 sayfalık gerekçeli karar geçtiğimiz gün açıklandı. Biliyorsunuz, Balyoz davasındaki sanıkların neredeyse tüm itirazları belgeler üzerineydi. Çünkü belgelerin neredeyse hepsi dijitaldi. Yani bilgisayar ortamında üretilmişti. Mahkeme de "gerekçeli karar"da buna cevap vermiş. Aslında bu bir gerekçeli karar değil, savunma metni...

Kararda en dikkat çekici bölümler şunlar:
“Tüm dijital belgelerin gerçek olduğu kanaatine varıldığı için bilirkişi heyeti oluşturulmadığı...”

"Davadaki belgelerin, Genelkurmay başkanlığı tarafından askeri birimlerde asıllarının bulunduğunun belirtilmesiyle, sanıkların aksi yöndeki savunmalarını bertaraf ederek, mahkemede tam bir kanaat oluşmuştur."

Bu Türk hukuku açısından bir utanç metni olsa gerek.

Mahkeme dijital yani teknik bir konuda nasıl kesin sonuca varıp "bilirkişi"ye gerek duymaz?

TSK'dan yapılan açıklamada, Balyoz'daki belgelerin asıllarının Genelkurmay'da olduğu iddiası yalanlandı. (Bkz.) Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz da "TSK diyorsa, doğrudur" açıklamasını yaptı. (Bkz.)

"Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça..."

Balyoz davası biliyorsunuz şu meşhur "bavulla" başlamıştı. Taraf belgeleri manşetine taşımış sonra konu yargıya intikal etmişti. Toplumda infial uyandıran o manşetlerden biri şuydu:


Taraf gazetesi çok okunmadığı için, bu iddia Taraf üzerinden tüm gazete ve televizyonlara yayıldı. Tamam normaldir, çünkü iddia çok büyük. Ama biraz insaf, biraz şeref. İddia büyük olunca manşetler atıp, iddia çürütülünce iç sayfalarda bile gösterilmemek orospu çocukluğu değil de nedir? (Cami bombalama yalanı için bkz)

Balyoz belgelerinin çürütüldüğü bir site var, sanık yakınları tarafından kurulan, onu takip ederseniz; burada tek tek çürütmek gibi bir amacım olmayacak. Adres şu : http://www.balyozdavasivegercekler.com 


4 Temmuz 1980 tarihinde Çorum'da Cuma saati sırasında hoca Ulucami'de vaaz verirken içeri giren biri, “Alaaddin Camii’ni yaktılar” diye bağırmış, bir çok camide de yine “Komünistler, Aleviler, Alaaddin Camii’ne bomba koydular!” yalanı dillendirilmişti. Camilerde bunlar olurken, Alevi mahallelerinde de "faşistler sizi öldürmeye geliyor" yaygarası kulaktan kulağa dolaştırılıyordu.
TRT’de saat başı “Çorum’da Alaaddin Camii’ne bomba atılması ve dışarıdan ateş edilmesi üzerine meydana gelen olaylarda ilk belirlemelere göre dört kişi öldü” haberi veriliyordu...

Bu haber yalandı. Amaç, "darbeyi çağırmak"tı. Bu komployu kuran yani senaryoyu yazan kişi ise CIA ajanı Alexander Peck'ti.

Kahramanmaraş, Hatay, Malatya, Çorum olaylarını unuttuğumuz için, bugün bunları bize tekrar yediriyorlar.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu şerefsiz iddiaların altında bırakılmıştır. Çünkü asıl Balyoz'u bu ülke 12 Eylül öncesi yaşadı ve ne yazık ki ders çıkaramadı..

Fatih Camii'ni bombalama senaryosu, CIA tezgahıdır!

80'de darbeye zemin hazırlarken "cami yakma, bombalama" senaryosunu dillendiren CIA, 1998'de de bugün Balyoz planı dediğimiz senaryoları devreye sokmuştu. 30-31 Mayıs 1998 tarihlerinde ABD'de Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü bir toplantı düzenledi. Hazırlanan senaryoya göre;

“Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da cuma namazında camilerde bombalar patlayacak. Ayaklanan halk, valiliklere, kaymakamlıklara yürüyecek. Polis halkın önüne geçemeyince askeri birlikler devreye girecek. Laik-anti laik, Alevi-Sünni çatışması patlak verecek. Ağırlıklı olarak Sünnilerin safına geçen polis, askeri birliklerle çatışmaya girecek. Radikal İslamcılar, ayrılıkçı Kürtlerle birleşerek orduya karşı silâhlı mücadeleye başlayacaklar. Orduda çözülmeler baş gösterecek.” 

Bu plan, yüzünü Avrasya'ya dönen ve NATO'ya diş bileyen Türk Silahlu Kuvvetleri'ne tehdit niteliğindeydi. O dönem medyaya da yansıdı üstelik... Yine bir CIA tezgahı olan "Arap Baharı" gibi bu da bir "Türk Baharı" projesiydi. Fakat AKP gibi teslimiyetçi bir iktidar başa getirilince, bu planı devreye sokmaktansa, Türkiye'yi Ortadoğu'da ABD'nin görünmez eli haline getirmek, ABD'nin daha çok işine geldi ve hazırlanan bu senaryo, Türk Ordusu'nun üzerine yıkıldı.

İbadethanelere saldırı emperyalist devletler ve onun desteklediği terör grupları haricinde kimsenin yapacağı bir şerefsizlik değil. Irak'ta Sünni-Şii kavgası, ABD destekli terör gruplarının mescid, cami ve türbe bombalamaları üzerine başlamıştır.

Öcalan'a itibar kazandırılan şu günlerde, Ergenekon ve Balyoz davaları iyice vicdanları kanatmaya başladı.

Bakın, daha önce söylediğimiz temel olarak üç şey var.

1. Ergenekon ve Balyoz davaları tamamen siyasi davalardır ve operasyon niteliği taşımaktadır.
2. Bu davalarda hedef, yüzünü Avrasya'ya dönen Türk Ordusu ve Türk halkında yükselen Anti Amerikancılık ve Ulus olma(milliyetçilik,ulusalcılık) bilincidir.
3. İlk iki maddenin devreye sokulmasının akabinde Türkiye'nin bölünme projesinin başlatılması.

Bugün kamuoyunda bu davalara 3 farklı yaklaşım var. Birincisi, davaların ve davalardaki iddiaların gerçekliğine inananlar. İkincisi, davalara inanmayanlar, komplo olduğunun farkında olanlar. Üçüncüsü ise "bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar"

Sonuç olarak, Balyoz Türk devletine ve Türk milletine iniyor. Bu yüzden herkesin artık hayatında bir kez de olsa ülke konusunda şerefli davranıp, gavatlık yapmayı bırakması gerekiyor.

Türkiye'de tüm darbelerin arkasında ABD olduğuna göre, neden ABD bağlantısı kurulmuyor ve aksine neredeyse tüm tutukluların ortak paydası Amerikan karşıtlığı? Bu sorunun cevabını kendi vicdanınıza vereceksiniz, bana ya da bir başkasına değil.

Bugün Bahçeli uzun zamandan sonra ilk kez omurgalı davrandı. Şöyle bir açıklama yaptı:

“Madem İmralı'ya ziyaret sıklaşmıştır, terörist başına gitmek kutsallaşmıştır. O imralı teröristi sizin olsun. Ben de Silivri'ye gidip terörist olmakla ve terör örgütü kurmakla suçlanan, bize göre de terörle mücadelede tarihi vazife üstlenen ve bu konuda eşsiz hizmetleri bulunan 26'nci Genelkurmay Başkanımızı ziyaret edeceğim ve onunla Allah'ın izniyle kucaklaşacağım.”

Bu açıklamayı eleştirenler var. Öcalan'la Başbuğ'u aynı cümle içinde kullanarak aslında "Genel afçı" ve kamuoyuna "Paşaları istiyorsanız Öcalan'ı verirsiniz" mesajını verenlerin ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyenler var. Kamuoyu bunu öyle okumaz... MHP, Ergenekon ve Balyoz konularında gereksiz bir şekilde sessizdi, tavır alması bu davaları milletin vicdanında daha da bitirecektir.

CHP'nin kredi verdiği bir süreçte, Devlet Bahçeli, hem AKP hem de CHP'ye yılın golünü atmıştır.


Gülen neden İmralı sürecine destek verdi? 

Günün dikkat çeken bir diğer açıklaması Fethullah Gülen'den geldi. İmralı sürecine destek veren Gülen, özetle şu iki cümleyi kurdu:

  • "Sulh hayırdır, hayır sulhtadır"
  • "Milli onur, milli gurur ayaklar altına alınmama kaydıyla, o mefkureye saygı devam ettiği müddetçe -bence- el de öpülebilir, etek de öpülebilir."

Gülen'in bu açıklaması oldukça önemli. Çünkü Gülen'in terörle müzakere değil mücadeleyi desteklediği öne sürülüyordu bugüne kadar. Cemaatin yayın organlarının da PKK'ya karşı sert tutumu bu görüşü desteklemekteydi. KCK davasını da emniyet ve yargı içinde örgütlenen cemaatin başını çektiği bir grubun yürüttüğü göz önünde bulundurulursa, cemaatin bu konudaki uzun süredir devam eden tarafı gayet açık ortadaydı. Ayrıca Oslo görüşmelerini sızdıranların da cemaatle bağlantılı istihbarat görevlileri olduğu PKK tarafından ortaya atılan bir iddiaydı. Bu iddiayı güçlendiren realite ise, Oslo görüşmelerini yürüten MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı yargılamaya çalışan gücün arkasında cemaat olmasıydı. Başbakan Özel Yetkili Savcılar için "devlet içinde devlet oldular" ve "hedef benim" sözlerini de bu yüzden dile getirmişti. Bu ülkede artık küresel güçler ve dış istihbarat haricinde sadece iki güç var; birincisi devlet ikincisi "devlet içinde devlet olmuş" cemaat. 

Peki ne oldu da Fethullah Gülen bu sürece destek verdi? Gerçekten bu kez İmralı sürecinin barışı getireceğine inandığı için mi? Bak aslanım, bak koçum, bak yavrum. Bu ülkede geçmişe yönelik hiçbir haber durduk yere gündeme getirilmez. Bak şimdi;

Tarih: 21 Aralık 2012
Konu: Bayram değil seyran değil Tayyip amca neden bir yıl önceki "böcek" konusunu açtı.

İlgili dakika 21:10


Tuhaf değil mi? Asıl tuhaf olan, bu açıklamadan sonra cemaate yakın isimlerin bu konuya yaklaşım şekliydi. Bir ülkenin Başbakanı "ben dinleniyorum" diyordu ve buna normal şartlarda balıklama atlaması gereken "demokrasi havarileri" buna inanmadığını dile getiriyordu. 

Şimdi Mehmet Baransu'nun şu sözlerini dikkatli okuyun:

"İmajını düzeltmek için olmayan böcek tartışmasını MİT başlatmış olabilir mi? Böcekleri arama yaparken MİT koymuş olabilir mi?" (Yazının tamamı için tıklayın)

Ve tabii ki Emre Uslu:

“Başbakan’ın ofisinde dinleme böcekleri bulunmuş. Medyaya yansıyan bilgilere bakılırsa bu böcekler geçen şubat ayında bulunmuş. Benim merakım şu: Acaba böcek aramasının kamera kaydı var mı? Kamera kaydı yoksa, pekâlâ o aramayı yapan kurum da olmayan böcekleri çıkarıp Erdoğan’ı maniple etmek isteyebilir. Dünya siyaset tarihi bunun yüzlerce örneğiyle dolu. Erdoğan umarım varsa o video kaydını incelemiştir. Yoksa bir başbakanı, odanda böcek bulduk deyip maniple etmek kadar kolay bir şey yoktur. Bunu dış istihbarat servisleri de yapar Başbakan’ı bir yöne kanalize etmek isteyen başka servisler de… Bu bağlamda sorulması gereken soru şu: Böceklerin çıktığı tarih ile Erdoğan’daki değişimin tarihi örtüşüyor mu? Erdoğan’da son bir yılda görülen tuhaf değişimin, giderek Ergenekoncu çizgiye doğru kayışının ofislerinde çıkan böceklerle ilişkisi olabilir mi? Varsa nasıl?”

Emniyet ve Cemaate yakın iki "derin" gazeteci neden "böcek" konusunda MİT'i suçlayıcı tavır takındı dersiniz?

Böcekler konusunda "derin devleti tamamen bitirdik diyemem" diyen Erdoğan, bu sözleri ile "devlet içinde devlet oldular" dediği Özel Yetkili Savcılar ve onların arkasındaki Cemaati mi işaret ediyordu acaba?

Peki Erdoğan, 2012 başlarında ofisinde bulunan "böceği" neden bir yıl sonra kamuoyu ile paylaşma gereksinimi duydu? 

Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi? Eheh. 

Şimdi diğer konuya gelelim müdür. Haberleri kest.
31 Aralık 2012 Milliyet gazetesi
1 Ocak 2013 Posta gazetesi
28 Aralık'ta TRT'ye katılan Erdoğan, "İmralı ile görüşülüyor" açıklamasını yapıyor, yeni "açılım"ın sinyalini veriyor, 31 Aralık'ta Milliyet "MİT Raporundaki Çiller Örgütü" manşeti ile çıkıyor... 1 Ocak 2013'te Posta "700 kişilik Çiller Örgütü" haberini yapıyor, ve yeni İmralı süreci de bu süreçte başlıyor...

Ne oldu da 16 yıl aradan sonra bu haber gündeme getirildi? 1 Haziran 1996 tarihli Aydınlık gazetesi manşeti neydi biliyor musunuz? "Çiller'in 700 kişilik gizli örgütü"ydü. Çiller Örgütü'nün süreçle alakası nedir? Burası çok önemli. Her ne kadar Milliyet'in haberinde ismi geçmese de, Çiller Özel Örgütü'nün Fethullah Gülen ile bağlantıları var. Öncelikli olarak bunu bilelim. Ayrıca Amerika'nın Türkiye'de yarattığı derin devletin Gladio olduğunu, Gladio'nun da o dönemki Çiller Özel Örgütü olduğunun altını çizelim.  

Milliyet'in Fethullah Gülen ismini adeta sildiği o raporu, 1 Ocak'da Aydınlık gazetesi sürmanşetine taşımıştı.
1 Ocak 2013 Aydınlık gazetesi
1996'da Doğu Perinçek, Çiller Özel Örgütü dosyasını TBMM Başkanı Mustafa Kalemli'ye vermiş, Kalemli içerisinde Çiller-Fethullah-Çatlı bağlantılarının bulunduğu 600 sayfalık dosyayı bir ay sonra "yanmamak" için Perinçek'e geri vermişti. Perinçek 18 Ekim 1996'da Çankaya Köşkü'ne çıkarak dosyayı bu kez Süleyman Demirel'e vermişti. 16 gün sonra "Susurluk olayı" meydana gelmiş ve olaydan 5 gün sonra Demirel, Perinçek'in hazırladığı dosyayı Başbakan Erbakan'a göndermişti. Bunun üzerine "TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu" kurulmuştu. Komisyon 24 Aralık 1996'da Doğu Perinçek'i dinlemişti. Komisyon, 19 Kasım'da konu ile ilgili MİT'ten bilgilendirme istemiş, bunun üzerine Müsteşarı Sönmez Köksal da Başbakan Erbakan'a 60 sayfalık "Çiller Özel Örgütü" raporunu sunmuştu. Raporda Fethullah Gülen hareketi de yer almaktaydı. 

MİT'in "Çiller Özel Örgütü" raporunda (Susurluk Raporu) Fethullah Gülen ve cemaati ile ilgili bölüm :
  • Çiller'in kara para aklama işindeki gizli ortağı Fethullah Gülen
  • Fethullahçılar, CIA'in bölgemizdeki en önemli sivil toplum kuruluşu

Raporda Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e suikast girişiminin yer alması ise olduıkça dikkat çekici bir diğer konu. Hatırlarsanız, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'a yönelik darbe ve suikast girişiminde bulunanların ülkedeki Gülen okulları ve CIA ile bağlantılı oldukları iddia edilmiş, ilerleyen süreçte Özbekistan'daki Gülen okulları kapatılmış, cemaatin 50'den fazla iş adamı tutuklanmıştı. 

Geçtiğimiz yıl öldürülen MİT Orta Asya Sorumlusu Kaşif Kozinoğlu, Sırlar kitabında Gülen okulları ile ilgili “ABD adına istihbari faaliyet gerçekleştirdikleri ve anılan okulların ABD’li istihbaratçıların barınma yuvaları olduğunu” ifade etmiştir.  

Zaten Fethullah Gülen'i Green Card sahibi olması için kefil olan isimlerden biri de CIA Türkiye Eski İstasyon Şefi Graham Fuller'dir.

Konumuza dönersek, Susurluk konusunun yeni İmralı süreci ile aynı tarihlerde gündeme getirilmesi, Gülen cemaatine açıkça aba altından sopa gösterildiği anlamını taşıyordu. Fethullah Gülen de durumu farketti ve İmralı sürecine açık desteğini beyan etti. 

Serdar Akinan, 25 Aralık tarihinde iki önemli tweet attı. 

 


Hükümeti birkaç günde istifaya zorlayacak üç manşet ve hükümetin buna karşı elinde koz olarak tuttuğu "Yeşil Ergenekon" soruşturmasını açacak bir dosya... Yoksa Erdoğan'ın elindeki kudretli dosya yukarıda sözünü ettiğimiz dinlemelerle ilgili mi?

Bu dosya acaba Susurluk Dosyası olabilir mi? Ya da Susurluk'tan yola çıkarak cemaatin açığını bulan Erdoğan'ın, kendisine yavaş yavaş sorun çıkarmaya başlayan cemaat hakkında MİT'e hazırlattığı iddia edilen 'Gülen Cemaati Raporu' mu söz konusu dosya? (MİT'in Gülen Cemaati Raporu için bkz.)

Kıran kırana AKP-Cemaat savaşı var ve ikisi de birbirine hiçbir şey yapamıyor...

19 Aralık 2012 Çarşamba

Genel affa doğru / Apo'yu sempatikleştirme / Kürt baharı

Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Amirallere Suikast vb. tertip davalarının vicdanlarda yarattığı rahatsızlık ortada. Henüz bitmeyen yargılamalar var ama onlara da yargılama denilemeyeceği için, sonuç şimdiden belli: ağır hapis cezaları.

Aslında amaç da bir süredir belli.

Bu davalarda o denli bir mağduriyet yaratılacak ki, kamu serbest kalmaları için her şeyi göz önüne alacak. Genel affı bile!..Bundan PKK/KCK tutukluları da yararlanacak. Plan bu...

Konu ile ilgili ilk açıklamalar hemen türemeye başladı zaten. Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, Ergenekon'daki hukuksuzluklara yönelik mağduriyetin giderilmesi için genel af öneriyordu.

Öcalan genel aftan yararlanabilir mi? Cevap aramamız gereken soru bu...

Geçtiğimiz aylardaki "açlık grevleri" malumunuz 68 gün sürdü. Açlık grevleri, "ölümcül" aşamaya geldiği sırada kronolojik şekilde "ilginç" olaylar yaşandı. Bakın bakın neler olmuş!

14 Kasım'da Apo'nun kardeşi Mehmet Öcalan açıklama yapıyor: Seneye kürt sorunu çözülecek ve ağabeyim serbest kalacak! + Ağabeyinin mesajını iletiyor: Yeni gelişmeler olacak! (Bkz)
16 Kasım'da Bülent Arınç durduk yere bir açıklama yaptı. "Açlık grevleri her an bitebilir" dedi. (Bkz)
17 Kasım'da Apo, kardeşi Mehmet Öcalan'la haber yolladı: Açlık grevlerine son verin! (Bkz)

Vaay anasını yaa...

Bir yandan "bunlar açlık grevi yapmıyor, yalaaannn böhğğüüüü" diyen bir yandan da ip sallandıranlar, diğer bir yandan Öcalan'la neyin pazarlığını yaptı acaba?

Gelelim Öcalan'a prestij kazandırma meselesine...

Şehit cenazelerine haber bültenlerinde fazla yer verilmesini "terör örgütünün propagandası" olarak nitelendirip yasaklayan hükümet bugün terör örgütünün nasıl propagandasını yapıyor bakın.

Açlık grevini büyük bir fedakarlıkla(!) bitirten Öcalan, basın sayesinde "kurtarıcı lider" gibi oldu. Çocuk katili gitti, yerine kahraman geldi amk.

Bu ilk aşamaydı.

İkinci aşama ise Bülent Arınç'ın sözleri ile başladı. İzleyelim.


Gülten Kışanak'la empati yapıp "Ben de dağa çıkardım" diyen Bülent Arınç, daha sonra da üç arkadaşın hikayesini anlatıyor.

Neymiş efendim, bunlar beraber okuyormuş, beraber namaz kılıyormuş. Birinin adı Durmuş Yılmaz, birinin adı Yakup İnce diğerinin adı ise Abdullah Öcalan'mış!

Vay efendim vay.

Lider Öcalan(!) yetmedi, şimdi de dindar Öcalan geldi.

Hükümeti eleştirdiği için "halkı silahlı isyana teşvik" etmekle suçlanan gazeteciler yıllardır tutuklu lan bu ülkede.  Bunlar ney amk? Terörist başını övmek, terör örgütünü meşru kılmak değil mi?

Arınç bu açıklamaları ile adeta "domino"ya start verdi. Bu açıklamalardan sonra medya, mal bulmuş mağribi gibi bu konuya atladı. İlk durakları üç kişilik hikayedeki AKP'li Durmuş Yılmaz oldu.

Taha Akyol'a konuşan Durmuş Yılmaz, Öcalan'ı şöyle tarif etti:
"Evet dindar biriydi. Namazını kılardı. Hemen hepimiz gibi Anadolu'dan, köyden büyük şehre gelmiş bir öğrenciydi. Mütevazı, çekingen biriydi. Hatta pasif diyebilirim."

Medyanın bir sonraki durağı ise hikayedeki diğer isim Yakup İnce oldu.

Yakup dayı da şöyle diyor:
"O dönem Maltepe'de camiye beraber giderdik. O bizimle gelmek istedi. Bir gün bir arkadaş ben, Abdullah Öcalan ve Durmuş Yılmaz'ı Risale-i Nur talebelerinin evine davet ettiler. Ben o anda 'Abdullah sen okula git' dedim. Eğer o gün git demeseydim Nurcu olmuştu.

İzleyin...


Yakup İnce, "Öcalan'a 'git' demeseydim Nurcu olacaktı" diyor... Bu kadar emin konuştuğuna göre hikayedeki üç kişiden ikisi nurcu olmuş belli ki.

Hitler'in propaganda bakanı Joseph Goebbels ne diyordu:
“Yeterince tekrar ederseniz ve halkın psikolojisinden anlarsanız, bir karenin hakikatte bir çember olduğunu ispat etmeniz imkânsız değildir. Bunlar yalnızca sözcüklerdir ve sözcükler kılık değiştirtilerek onlara fikirleri giydirene kadar bir kalıba sokulabilirler.”

Bugün yapılan da budur... Önümüzdeki süreçte Öcalan'ın daha çooook hikayelerini dinleyeceğiz ve Öcalan'ın PKK/KCK/BDP'nin eylemlerine yönelik vicdani yüzü(!) ile karşılaşacağız. Demedi demeyin.

2003'te AKP'nin onayladığı uluslararası İkiz Yasalar, Türkiye'de tıpkı Arap ülkelerindeki gibi bir "bahar"ın hakkını tanıyor. Yasayla, devlet içerisinde yaşayan ve kendisine "halk" diyen kitlelere "kendi kaderini tayin etme hakkı" tanınmış oldu. BDP'lilerin "Kürt halkı" vurgusunun sebebi budur.

BDP Eşbaşkanı Ahmet Türk 8 Haziran 2011'de ne demişti?
"Demokratik özerklik dünyanın her yerinde merkezi hükümetler ile uzlaşarak anlaşarak, yürütülen bir çalışma. Ama tabi ki hükümet, devlet Kürtlerin bu taleplerini görmezlikten gelirse Kürtler kendi örgütlenmesini iç dinamiklerini gündeme getirerek, kendi kendini yönetme gibi bir çalışmayı başlatır." (Bkz)

Olası bir "Kürt baharı"nın zemini yasal olarak zaten hazır anlayacağınız. Sadece start verilmesi kaldı.

5-6 Aralık'ta Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen "AB, Türkiye ve Kürtler" (9. Uluslararası Kürt Konferansı) adlı konferansta bu açık açık dile getirildi.

Toplantıda hemfikir olunan konu: "Kürt baharının zamanı geldi!"

Katılımcılardan İsrailli akademisyen Ofra Bengio (Tel Aviv Üniversitesi Moşe Dayan Merkezi Kürt Araştırmaları bölümü başkanı) “Son yıllarda PKK bölgede güçlendi. İsrail’in geleceği için bu çok önemli, İsrail’in desteği sürecek” dedi ve ekledi: Sıra "Kürt baharı"nda...

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş: ‘Bir tarafın en önemli aktör olarak gördüğü kişiyi, bir adada tutarak sonuç alamazsınız. Şartlar eşitlenmeli. Öcalan İmralı’dan çıkarılmalı. Ama önce silahları bırakın demek müzakerenin ruhuna terstir. BDP Öcalan’la görüşebilmeli.

Gazeteci Cengiz Çandar da, "Kürt baharı"nı dile getirdi ve “Türkiye, PKK’yı ve onun temsilcilerini tanımak zorunda kalacak. Biz bunun için çalışacağız. İsrailli dostum Ofra Bengio da bunun için çaba harcayacak” dedi.

Konferansa katılanlar arasında Türkiye’den AKP'li milletvekili Galip Ensarioğlu, CHP'li Rıza Türmen, BDP'li Aysel Tuğluk ve Selahattin Demirtaş vardı. Gazeteciler arasında ise Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Serdar Akinan, Ahmet Şık, Nuray Mert gibi isimler vardı.

Konferansta tüm devletler 'PKK'yı terör örgütü listesinden çıkartmaya' davet edildi, Türk hükümetine "Yeni Anayasa" sözü hatırlatıldı.

Türk hükümeti ile PKK arasında başlatılması istenilen yeni müzakere sürecinin yol haritası ise şöyle belirlendi:
  • Türkiye, AB’ye üyelik zorunluluklarına cevap olmak için daha fazla reform yapmalı.
  • Sayın Öcalan’ın müzakerelerde tam bir rol oynayabilmesi için koşulları düzenlenmeli.
  • Türkiye ve Kürtler arasında doğrudan görüşmeler derhal ve koşulsuz olarak başlamalı.
  • AB, Türkiye ile Kürt temsilciler arasında müzakere ve diyalog için resmi destek vermeli.
  • Daha geniş müzakereli bir barış süreci için genel siyasi bir af zemini hemen yaratılmalı.
  • Müzakereyi kolaylaştırmak için devletler PKK’yi ‘terörist örgütler’ listesinden çıkarmalı.
  • Adli reform onbinlerce Kürt’ün cezaevlerinden çıkmasını sağlayacak şekilde genişletilmeli.
  • Türk makamları müzakereler temelinde yeni demokratik ve sivil anayasa sözünü tutmalı.
Adli reform (4. yargı paketi) ve yeni anayasa kim için hazırlanıyormuş anladınız mı?

Bu oyun tutmaz. PKK sorununun temelli çözülmesi karşılığında bile bu millet Öcalan'ın serbest kalmasına göz yummaz, yumamaz. Fakat KCK tutukluları ve "terör örgütü yandaşları" bir şekilde serbest bırakılacak. Bu da Kürt Baharı'na(!) kapı aralayacak. Küresel güçlerin planı açıkça bu. Fakat dikkat ederseniz, hiçbir planda hiçbir konferansta Türk milletinden ve göstereceği tepkiden söz edilmiyor. Bu milleti hala tanıyamadıkları buradan belli...

15 Aralık 2012 Cumartesi

Taraf: Medya Fahişesinin Sonu / Daha Karpuz Kesecektik

Taraf gazetesinde sona doğru...

Bilmeyenler için özet geçeyim; Ahmet Altan ve Yasemin Çongar, Taraf gazetesinden ayrıldı.

Tarih -ders çıkarılmadığı sürece- tekerrürden ibarettir.

Soros desteği ile kurulan Taraf'ta, yıllarca kin güttükleri Türk ordusundan ve ulus devletten intikam almak için hükümetle ve cemaatle el ele veren liboş ve "İkinci Cumhuriyetçiler", yarattıkları diktatöre son paralarını da vererek görevlerinden ayrıldılar. (Konu ile ilgili Ahmet Altan'ın yazısı için bkz.)

Küresel güçlerin değişmez taktiğidir bu... Eğer onlardan değilseniz, sizi kullanıp atarlar. Medyada fahişe sendromu diyorum ben buna...