Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2014 Çarşamba

Ses kaydı montajsa bu panik neden?

Tayyip-Bilal ses kaydıyla ilgili dün neler yaşadık?

Ses kaydı düşünce, ilk olarak panik yaşadılar.

Sonra ses kayıtlarında Sümeyye Erdoğan'ın Bilal Erdoğan'ın yanına gittiği ile ilgili sözlerin yalan olduğunu ortaya çıkarmaya çalıştılar ve sosyal medyada hızla bir fotoğraf paylaştılar. Bilal Erdoğan'ın "Sümeyye yanımda" dediği saatlerde Sümeyye'nin aslında Konya'da Şebi Arus töreninde olduğu iddia ediliyordu.


Kısa sürede bu fotoğrafın 2013 değil, 2012 Şebi Arus töreninde çekildiği ortaya çıktı. 2013 Şebi Arus törenine ise Sümeyye katılmamıştı. Buyrun;



Bir sonraki denemeyi uydurma ses kaydı ile yaptılar.
AKP'li bebelerle tiyatro bir ses kaydı hazırladılar. Sözde, Erdoğan'ın montajını yapanlar kendi aralarında konuşuyordu. Tiyatro olduğu her halinden belliydi. 3. sınıf oyunculuk örneği seslerinden belli oluyordu. Ses kaydını da belli ki masanın ortasına konulan bir telefon vasıtasıyla almışlardı. Tiyatral ses kaydını manşete taşıyan iktidar medyası birkaç saat içinde silmek zorunda kaldı.

Onu da paylaşayım:



Daha sonra bir başka haber çıktı. Bu haber 15.30'da düştü sitelere. Haberde AKP'nin, ses kaydını ABD'de uzmanlara incelettiği yazıyordu. Ama rapor yoktu, hangi firma hangi uzman incelemiş hiçbir detay yoktu. Dünyanın en gelişmiş stüdyolarında incelendi" yazıyordu. Algı yönetimi bu kadar basit ne de olsa... ABD'de saat farkından dolayı gün yeni başlıyordu üstelik, bunu atlamışlardı. Birkaç saat sonra bu haberler de yayından çekildi.

Hala bir kaç sitede duruyor; paylaşayım: http://www.internethaber.com/abd-inceledi-erdogan-ses-kaydi-sahte-mi-645101h.htm

Aynı sıralarda Bahçeli'nin grup toplantısından bir bölümü alıp servis ettiler. Bahçeli Şivan Perwer'in sözlerinden alıntılar yapıyordu aslında. Bunu Bahçeli'nin ağzındanmış gibi servis ettiler, montaj işinin ne kadar kolay olduğu algısı yaratmaya çalıştılar. Gereğinden fazlaca basitti, tutmadı. Kaldırdılar.


Daha sonra Kılıçdaroğlu'nun grup toplantısından konuşmalarını montajlayıp "Bakın montaj bu kadar basit" algısı yaratmaya çalıştılar. Atladıkları bir şey vardı; evet video montajdı ama birleştirilen cümlelerin Kılıçdaroğlu'nun ağzından çıktığı gerçekti. Montajda da cümlelerdeki tonlama farklılıkları çıplak kulakla dahi belli oluyordu. Eğer tezleri buysa, malum ses kaydını tekrar dinleyip bir düşünsünler.


Şimdi son haber olarak TRT HD Kanal Koordinatörü Kürşad Özkök'ün yaptığı açıklama var. Özkök TRT'de inceleme yaptırıp kayıtların montaj olduğunu ifade etmiş. Bu kadar. Çok detaylı bir açıklama. İnanılmaz profesyonel çalışmışlar belli ki. (!)

Bu panik hali kafamızdaki "Acaba?"ları azaltıyor, hepsi bu...

Eğer konuşmalar gerçekse, Erdoğan "Bunlar montaj" diyerek kimi kandırmaya çalışmış oluyor? Biz muhaliflerini değil herhalde dimi? O çok sevdiğini söylediği kendi seçmenini aptal yerine koymuş oluyor.

Kendisini savunma hakkı olanlar, bu hakkı sonuna kadar kullansın. Ortada bir iftira varsa bilimsel olarak ortaya koysun. Biz biat kültüründen gelmiyoruz, insanlara iman etmiyoruz, "montaj bunlar" dendiğinde koşulsuz kabul etmiyoruz. Kayıt, bilimsel çalışmalar yapan uzmanlara, kuruluşlara gönderilir ve çok kısa sürede kayıtların hangi bölümlerine eklemeler yapılmış ortaya çıkarılır. Çok basit bu. Bunu yapmak yerine uyduruk montajlarla, sahte haberlerle olayı temize çıkarmaya çalışmak, sadece kayıtlara olan güveni artırıyor, hepsi bu.

Elinden çıkanlara her halukarda tereddütle yaklaştığımız Cemaat olgusu var ortada. Her söylediklerinden, her servis ettiklerinden kuşkulandığımız bir ekip bu. Eğer ortada montaj varsa, bunu bilimsel olarak ortaya koyup karşı tarafa olan güveni yıkmak çok büyük kazanç sağlayacaktır. Hem AKP'ye, hem ülkeye... Kendilerine inanıyorlarsa bunu yapsınlar. Yapmıyorlarsa, peşinden gidenler de bize gereksiz bahaneler sunmasın. Çünkü onların çoğunun "Çalıyor ama çalışıyor" algısına sahip olduklarını iyi biliyoruz.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Erdoğan'dan Gül'e tuzak! Konu: İnternet yasası

İnternet yasası konusunun ne kadar antidemokratik olduğundan, hukuka uygun hiçbir yanının olmadığından, faşizmin günümüzdeki karşılığını olduğundan bahsetmeye gerek yok sanırım; o yüzden asıl meseleye geleyim.

3 dönem kuralı yüzünden Başbakanlığa veda edecek ve bir dönemlik 'gölge Başbakanlık' sistemine geçmek isteyen Erdoğan, bunu gerçekleştirmek için Abdullah Gül'ü devre dışı bırakmak istiyor.

Dershane konusu neyse, internet yasası konusu da odur.

Seçim öncesi Cemaat'in saldırısına maruz kalacağını farkeden Erdoğan, nasıl dershane üzerinden kavga başlatıp AKP kitlesi ile Cemaat arasında bir kırılma yaratıp savaş için cepheleri ayırdıysa, internet yasası üzerinden de Gül'e tuzak kurmuştur.

Abdullah Gül, Cemaat'in yarattığı kaosun büyümesini bekliyordu, Erdoğan'ın internet yasası hamlesi Gül'ü "pusuda bekleyen" pasif izleyici pozisyonundan aktif pozisyona çekti. Kaostan yararlanıp bir kurtarıcı gibi sahaya çıkmayı planlayan Gül'ün önünde artık 2 seçenek var.

1. AKP kitlesinden kopmama adına yasayı imzalayıp, meydana inmek için doğru zamanı beklemek.
2. Yasayı veto edip, hem dünyada hem Türkiye'de Erdoğan'ın otoriterleşmesinden sıkılanlara göz kırpmak.

Yasayı veto ederse, AKP içerisinde Gül üzerinden zaten başlamış olan bir ayrışma daha da tartışılır hale gelecektir. Muhtemelen bu seçmene de bir süre sonra yansımaya başlayacaktır.

TBB Başkanı Metin Feyzioğlu, Gül-Erdoğan kavgasının geldiği boyutu fark edip, internet yasası ile ilgili verdiği her demecin sonuna bir cümle ekliyor; "Veto yoksa, oy da yok!"

Türkiye'nin dışında gerek AB'den, gerek ABD'den de ince mesajlar veriliyor.

Alan Makovsky ve Michael Werz Gül'e en net mesajı veren isimler.

Makovsyk: ‘’..Eğer Gül, özgürlükler adına çok problemli olan, adeta Ortadoğu otoriter rejimlerini andıran bu internet sansürü yasa teklifinin altına imza atarsa, Washington, Gül'ün de Erdoğan’dan farklı olmadığı kanaatine varacak ve kendisine olan umudunu da kaybedecek. Onun için, Washington bakımından, bu karar çok önemli- kader kararı bile diyebiliriz... ’’

Michael Werz: ‘’Cumhurbaşkanı Gül, bir zamandır gidişattan rahatsız olduğu yönde bazı sinyaller vermişti. Washington’da yasayı imzalamayacağı yönünde yüksek bir beklenti var.
‘’..Gül’ün oldukça farklı yelpazelere sahip olan Türk toplumunu temsil etmesinden dolayı, bu yasayı imzaladığı takdirde, yasaya karşı çıkan birçok çevrenin taleplerini dikkate almadığını göstermiş olacak. İkinci olarak da Türkiye’nin marka ismi ciddi bir zarara uğrayacak. Bunların yanısıra, eğer Gül bu yasayı imzalarsa, partiden ayrılan çok az sayıdaki bazı milletvekilleri hariç, kendisi de dahil olmak üzere herkesin AKP’nin parti çizgisinde sıralandıklarını göstermiş olacak...’’ 
‘’Zaman, demokrasi mi yoksa parti çizgisinin mi daha önemli olduğunu gösterme zamanı.’’

Alan Makovsky, 97'de ABD Savunma Başdanışmanı iken "Erbakan ile nasıl mücadele edilmeli?" başlıklı bir makale hazırlayan adam. Şu an Erbakan, 28 Şubat'la ilgili konuşurken kendisinin adını çok zikretmiştir.
Bir diğer ilginç bilgi ise, Kılıçdaroğlu'nun son ABD ziyaretinde bu isimle de görüşme yapmış olmasıdır.

Michael Werz ise Center for American Progress’in Türkiye uzmanı. Uzun süre AKP politikaları fazlaca övmüşlüğü vardır. Özellikle "Kürt meselesi"nde.

Eminim ki Abdullah Gül, hiçbir yasa için bu kadar kararsız kalmamıştır. Gül'ün önünde 10 küsür gün var. Benim tahminim Gül'ün yasayı veto edeceği yönünde.

Bakalım Abdullah Gül yol ayrımına hazır mı?

24 Aralık 2013 Salı

Operasyonda hedef neden Erdoğan?

İçinde bulunduğumuz süreçte, herkesin kafası karışık. Maddeler halinde benim son yaşananları okuyuşum ve önümüzdeki süreçle ilgili tahminlerim şöyledir:

1. Erdoğan'ın geleceğini uluslararası konjonktür belirleyecek. Suriye'de yaptıklarının yanına kar kalması pek mümkün değil.
2. Hatırlayın... Suriye, 7 Kasım'da BM'ye "Erdoğan'ı terör örgütlerini desteklemekle" şikayette bulunmuştu.
3. Birleşmiş Milletler'in, Suriye'nin şikayetini haklı bulması halinde, Erdoğan "istenmeyen adam" ilan edilebilir.
4. 22 Ocak'ta Cenevre 2 konferansı var. Suriye konusu da masaya yatırılacak. Burada da Erdoğan suçlu ilan edilebilir.
5. "Terör örgütlerine destek" suçlaması çok ağır. Kapitalizmin mabedi olan bankalara bile geçmişte bu konuda ağır yaptırımlar uygulandı.
6. Erdoğan'ın Suriye konusunda suçlu ilan edilmesi = Erdoğan'ın dış dünyaya kapanması/Ülke içerisine hapsolması demek.
7. Erdoğan ile birlikte Türkiye de bölgede nefes alamaz hale gelebilir. Ekonomiyi ayakta tutan "sıcak parayı" unutmak zorunda kalırız.
8. BM ya da Cenevre 2'den çıkabilecek bir kararla Erdoğan'a yönelik yaptırım da uygulanabilir. Tüm mal varlığına el konulabilir.
9. Erdoğan sıkışmıştır. Küresel çetelere ve dünyaya büyük bir şey vaad etmediği sürece siyaset tarihinden silinecektir.
10. Küresel çetelere vaadlerde bulunup ikna etse, bu sefer Türk milletinin iki eli yakasında olmaya devam edecektir.
11. Suriye yenilgisi ve halkın kıyamı/baş kaldırışı, küresel çetelerin Erdoğan'dan vazgeçmesinde en büyük iki etken.
12. Erdoğan 15 yıldır ortaklık yürüttüğü küresel çeteler ile Türk milleti arasında sıkışıp kaldı. Dikkat; sıkışan faşizme sarılır.
13. Erdoğan sıkıştıkça, dili daha da sertleşecek, daha baskıcı hal alacak. Bkz: Saddamlaşma sendromu.
14. Erdoğan'ın Yüce Divan korkusu var. Ve bir de mağlubiyeti kabul edememe hırsı. Asla kolay kolay vazgeçmeyecektir.
15. Daha önce de söyledim. Türkiye zor bir süreçten geçecek. Ancak artık Amerika’ya göbekten bağlı iktidarlar dönemi bitmiştir.
16. Bugün Erdoğan'ın gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için gerçekleştirilen operasyon daha başlangıç. Bu operasyon ‘doğrudan’ ABD operasyonu değil.
17. Yolsuzluk operasyonunda ABD parmağı var ama ABD eli yok. Eğer ABD elini tamamen bu işe atarsa Erdoğan'ın tüm kirli dosyaları servis edilir.
18. ABD, kendi içerisinde bir çatışmanın içerisinde. Bu çatışma, dünyadaki Amerikancı iktidarlara da yansıyor.
19. ABD'nin şahin kanadı Neoconlar başarısızlığın hesabını hem Obama yönetiminden hem de dünyadaki Amerikancı iktidarlardan sormak istiyor.
20. Erdoğan küresel çetelerin desteğini tamamen kaybettiğinde bir Saddam, bir Chavez bir Ahmedinejad dili kullanmaya başlayabilir.
21. ABD'nin Ortadoğu'daki tüm kuklaları, kullanılıp çöpe atılma süreçlerinde iş işten geçince Anti Amerikancı karaktere bürünmüştür.
22. Türk halkı, dış politikayla dünya devletleri ile pek alakası olmadığından bu numarayı şimdilik yiyor. Çünkü alışık değiller.
23. Ecevit defalarca ABD operasyonuna tabi tutulmasına rağmen bir kez olsun çıkıp TV'lerde ağlamamıştır. 2001 krizi dahil.
24. Çünkü devlet adamı olmak, devletin sorunlarını çözmektir. Halka "bahaneler yaratarak" duygu manipülasyonu yapmak çıkarcılıktır.
25. Erdoğan'ın manipülatif çıkışları özellikle şehir hayatı yaşayan ama eğitim seviyesi düşük kitlelerde çok tutuyor.
26. Anadolu halkı politikayla falan pek ilgilenmez. Hırsızlık, yolsuzluk ortaya çıktığında babasının oğlunu tanımazDI. Umarım hala öyledir.
27. Yolsuzlukların ortaya çıkması devam ederse, hükümet daha baskıcı/yasakçı olacak, halk RTE'nin daha da üzerine gidecektir.
28. Erdoğan önümüzdeki süreçte "yolsuzluk" kavramını değersizleştirmek için muhalefet partilerinin adını yolsuzluğa karıştırabilir.
29. En nihayetinde gün geçtikçe çürüyen bir iktidar söz konusu. Oy oranı çok da önemli değil. Sallanıyor, düşmemesi imkansız.
30. Türkiye milli iktidar kurabilme gücünü kendisinde görmelidir. Muhalefet partileri kendine çeki düzen vermelidir.
31. ABD, her kuklasından vazgeçtiği gibi, Gülen'den de vazgeçecektir. Yeter ki bölgede dengeli dış politika izleyebilen bir iktidar gelsin.
32. ABD bile Türkiye'de güçlü, başarılı bir iktidara muhtaç. Kuklaların dönemi bitiyor. Dengeli dış politika izleyenlerin dönemi başlıyor.
33. "ABD izin vermeden iktidar olunmaz" fikri aşılanan halk, bu aşağılık kompleksinden derhal kurtulmalıdır.
34. ABD, Irak'ta Maliki'yi, Suriye'de Esad'ı, İran'da hiçbir iktidarı deviremezken, Türkiye'de neden iktidar yolu ABD'den geçsin?
35. Bir an önce halk silkelenip gaflet uykusundan uyanmalıdır. Tüm dünyayla dengeli dış politika izleyen milli iktidarı kurmak görevdir.

-------

ERDOĞAN OPERASYONU SEÇİM PROPAGANDASINA DÖNÜŞTÜRÜYOR

Diktatörler ve monarşi yönetimlerinin dili neredeyse aynıdır.

Hitler, kendisine yönelik yapılan her muhalefeti, kendisine yapılan her hamleyi Almanya'ya karşı yapılmış bir hamle olarak görüyor, öyle lanse ediyordu.

Fransa Kralı 14. Louis "l'État c'est moi" diyordu. Yani "Devlet, benim!"

Saddam yıllarca ABD'nin Ortadoğu'daki eli olmuştu, harcanma vakti geldiğinde ise kendisini kurtarmak için anti emperyalist mavalları okumuştu.

Erdoğan bugün ne diyor?
"Bu istiklal mücadelesidir", 
"Hedefte ben varım", 
"Dış güçlerin oyunu"

Harcanma sırasının kendinde olduğunu görünce doğruyu söyleyesi gelmiş.

Erdoğan'ın kullandığı dil de Hitler'e dayanır. Hitler'in propaganda bakanı Joseph Goebbels'ten miras kalan manipülasyon teknikleri:

  • Halkı her zaman ateşle. Asla soğumasına izin verme.
  • Hata yaptığını asla kabul etme.
  • Rakibinin üstün yanları olduğunu asla kabul etme.
  • Kendinden başka bir seçeneğe hareket alanı bırakma.
  • Asla kabahat üstlenme.
  • Zayıf bir rakibe odaklan ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yık.
  • Halk büyük yalanlara, küçükler yalanlara göre daha çabuk inanır.
  • Bir yalanı yeteri sıklıkla tekrarlarsan, halk önünde sonunda ona inanır.


5 Haziran 2013 Çarşamba

Gezi Parkı olayları / Yükselen muhalif güç!

Günlerdik sokaklardayız. Yorgunuz, bir o kadar da umutluyuz.

Genellikle partizan olmayan muhalifler, kendilerini sokağa attı ve muhalefet partilerinin görevini üstlendi.

Daha açık ve dahe geniş ifade ediyorum:

31 MAYIS 2013; HALK FAŞİZME BAŞ KALDIRDI VE MUHALEFETE EL KOYDU!

Fakat henüz her şey yeni başlıyor. Bu hareket, organizasyonsuz organize olabilmiş bir hareket. Henüz faşizm karşıtlığı dışında bir çizgisi yok. Bu hareketi bilinçli şekilde korumak ve her gün üzerine daha da çok koyarak ilerletmek görevimiz.

Artık "uff tyyip çok slk yaa.s .s" diyen liseli genç de politize olmaya başlamıştır. Çünkü yaşı 16'dır ve bu ülkede yaşı 30 olup meydana bir kez dahi inmemiş olanlardan daha cesur olabilmiştir!

Bu, hem demokratik kazançtır hem de geleceğe yönelik umut veren bir manzaradır.

80 ihtilali ile birlikte bastırılan ve sindirilen insanların apolitize olmuş çocuklarını bile politize eden bu hareket sahipsiz bırakılmamalı, sönüp gitmemelidir. Bu yüzden, bu harekete yol haritası çizmek gerekiyor. Benim şahsi fikrim şudur ki; bu hareket ilk olarak dört aşama ile devam ettirilebilir.

1. Bu süreçte antidemokratik, özellikle şiddet içeren eylemlerden ve inançlara yönelik yapılabilecek saygısızlıklardan uzak durulması gerekiyor.
2. Politize edilmiş ve baskı/korku imparatorluğuna baş kaldırabilmiş insanlar yeniden eski vahametine geri dönmemesi için sürekli yinelenen eylemler yapılmalı. 
3. Hareket sürekli kendi içerisinde devrim halinde olmalı, kitlesel eylemler mantık çerçevesinde ve planlı/programlı yapılmalı. Kapitalist sermayeye ve medyaya karşı büyük kitlesel eylemler düzenlenmeli.
4. Tüm bunlar gerçekleşirken, kitlenin sürekli genişletilmesi için aktif propaganda yapılması gerekiyor. 

Ülke geneline yayılan eylemlerde öğrenciler okullardan çıkıp meydanlara iniyor. Başlarında 16-17 yaşlarında çocuklar liderlik yapıyor. Birlikte sloganlar atıyorlar. Büyüklerinden gördükleri gibi, içlerinden geldikleri gibi, masumca, çocukça... Bunları TV'ler göstermiyor. Çünkü onlar ya ezilen halkı görmezden gelir, ya da bomba gösterir, çatışma gösterir. Halkın yanında olmaz; taa ki halk medyadan da hesabını sorana kadar!

2 Nisan 2013 Habertürk önünde protesto
3 Nisan 2013 - NTV binasının önünde protesto
3 Nisan 2013 - ATV binasının önünde protesto
Direnişin en şiddetli olduğu Cuma akşamı ve gecesi Taksim'deydim. Onun için eylemlere soğuk da baksanız, içeriden biri olarak benim görüşlerimi dinlemenizi öneriyorum.

Önce eylemin sebebini sonra da hükümete ve sırayla muhalefete değineceğim.

Küçük bir park eylemi nasıl bir anda Türkiye'ye yayılan eylemlere dönüştü? Evet, bu eylem masum bir park savunmasıydı ama cesur bir hak savunmasına dönüştü. Asla yanyana getiremeyeceğiniz adamlara birlikte slogan attırdı.
Bunun sebebi çok basit: İlk kez bir ideoloji, bir grup, bir parti ya da bir takım için toplanmıyordu kitleler. Ortak payda bulmuşlardı; insanlık!

Siz bakmayın medyanın sürekli polisle çatışan grupları gösterdiğine -ki polise karşılık veren herkese de laf etmeyeceğim. Çünkü insanlar saatlerce polis tarafından şiddete maruz kalıyor. Sinirlerine hakim olamayanlar, provoke olanlar, isyan edenler olabilir.

Bakın aşağıdaki videoyu TV'lerde göremezsiniz, ajanstan derledim. TV'ler sadece İstanbul, Ankara ve İzmir'deki eylemlerden söz ediyor ve sadece çatışma görüntülerini gösteriyor. Çünkü marjinalize etmeye çalışıyorlar. Çünkü onlar halkın değil, güç sahiplerinin yanında bulunurlar.


Bu görüntüleri yaymanız gerekiyor. Bu insanları vatan haini gören ve göstermeye çalışanları durdurmamız gerekiyor.

Hepsi Cuma sabahı saat 5'te uykusunda polis şiddetine maruz kalan Gezi Parkı eylemcilerine yapılan faşist saldırıya kafa tuttu.
Çünkü biliyorlardı, bugün Gezi Parkı eylemcileri yalnız bırakılırsa, yarın sıra onlara da gelecekti.
Çünkü biliyorlardı, faşizmin eğer durdurulamazsa her geçen gün başkalarını da ayaklarının altına alacağını.
Çünkü biliyorlardı, 12 yıldır artaran süregelen "ben yaptım, olacak" kafa yapısının diktatörlük olduğunu.
Çünkü biliyorlardı; sandık demokrasi demek değildir. Hatta sandık, orantısız sonuçlar çıkardığı vakit Hitler'i, Saddam Hüseyin'i ve Mübarek'i diktatör yapmıştı...

Bunun için sokaklara indi millet.

Hayatının her alanına müdahale eden ve sürekli kendisine hakaret eden bir Başbakan istemiyor insanlar.

"Emek'i yıktım, Gezi'yi de yıkıyorum, AKM'yi de yıkacağım, ben her istediğimi yaparım" gibi diktatör kafa yapısı ve insanlara saygısızca söylemler: "Ayyaş, kafa kıyak, çapulcu, marjinal, darbeci, Ergenekoncu..."

Sürekli hakaret, sürekli iftira... Ve sonra da "76 milyonun Başbakanıyım" inş. canım yaaa (:

Bu hareket bir devrim hareketi değil fakat Türkiye için bir devrim niteliğinde. Çünkü ilk kez böyle geniş çevreler sokaklara demokratik tepkilerini dökmek üzere çıktı. Tamam Cumhuriyet Mitinglerinde de yüksek katılım vardı ama o kitleler aynı anda tek merkezde toplanıyordu ve içerisine sadece "Cumhuriyetçi" diyebileceğimiz insanları kapsıyordu. Muhafazakarı kapsayamıyordu. Kürdü kapsayamıyordu. Devrimcilerin bile sadece bir kısmını kapsayabiliyordu.

Peki şimdi?

Devrimci, ülkücü, muhafazakar... Türk, Kürt, ve bilimum etnik kimlik. Hepsi yan yana, kol kola... Birlikte slogan atıyorlar. "Faşizme karşı omuz omuza" diyorlar. "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzel al sancak" diyorlar. "Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir" diyorlar. Bazen küfrediyorlar bazen Çav Bella diyorlar.


Bu kare Trabzon'dan. Çok şey anlatıyor. Halkların kardeşliği böyle olur. Halkların birleşmesi böyle olur. Ve halk birleştiği zaman o susan medya susamaz; özür diler! AVM'lere çöreklenecek kapitalist sermaye çöreklenemez; "Halkın bu denli karşı çıktığı bir projede yer almamız mümkün değil" der.

Bir önceki yazımda (İslam'ın sosyal yönü) vergi rekortmeni şirketleri yayınlamış ve listenin ilk 15'inde 10 bankanın yer aldığının altını çizmiştim. Çünkü bunlar halkların kanını emen vampirler! NTV'nin gösterilere yönelik karartma uygulamasından sonra sosyal medyada çok sahiplenilmese de Doğuş Holding'e boykot talepleri vardı. Küçük bir kitle bu boykota uydu ve sadece 2 gün süren boykot sonucunda bugün Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen'in yaptığı açıklamaya göre 1500 kişi kartlarını iptal etmiş ve toplam 35-40 milyon liralık mevduat çıkışı gerçekleşmiş. Toplam mevduatı göz önünde bulundurursak 0,5/1000 gibi düşük bir rakam bu. Yine de bir anda nakit çekilmesi, elbette ki etkiliyor.

Çekilen para miktarının 40 milyon değil de 4 milyar olduğunu düşünün... Ve bunun her geçen gün arttığını düşünün. Yapamayacağınız şey kalmaz! Size sahiplik taslayanların nasıl peşinizde koşacaklarını o zaman görün!

Bu boykotları genişletip tüm kapitalist sermayeye karşı uyguladığınızı düşünün.

TAYYİP NEYİN PEŞİNDE?

Öncelikle parkta başlayan eylemlere katılım sayısı çok düşük olduğu için devlet üç-beş kişiyi ciddiye bile almadı. Sabahın köründe baskın yaptı, faşizmini ortaya koydu. Ancak hesaplanmayan bir şey vardı; o da park konusunun masumiyeti ve o çocukların parkta sadece kitap okudukları, çadır kurdukları gerçeği idi.
Polisin şiddetine tepki büyüdü, tepki büyüdükçe kitle arttı. Kitle artınca 1 Mayıs'ta olağanüstü hal ilan edip, insanları evlere kapatınca bunu her zaman yapabileceğini düşünen hükümet, aynı hataya düştü fakat dediğim gibi bu kez durum farklıydı.

Tayyip'in "galibiyet sevdası" yüzünden polis şiddeti uzun süre devam etti, bazı illerde hala ediyor. Erdoğan'ın bu inadının sebebi yenik düştüğü kibri ve içinde bulunduğu güç sarhoşluğu. Şu an sokaktaki insanları kendisine birer düşman olarak gördüğü çok açık ve bunu her açıklamasında dile getiriyor. Bir başka sebep ise Erdoğan'a bilgi veren ve yol haritası çizen danışmanları. Başbakan Danışmanı Yalçın Akdoğan, "Tayyip Erdoğan'ı kimseye yedirmeyiz" diye açıklama yaptı mesela. Bunu sokaktakilerden daha çok Başbakan'ın çevresindeki isimler Arap Baharı'na benzetiyor açıklamaları ile... Liderini korumak istiyor, bu yüzden liderini de yanlış bilgilendiriyor.

Topbaş çıkıyor, "Ders çıkardık" diyor.
Bülent Arınç çıkıyor "Birileri özür dilesin" diyor.
Erdoğan'dan "Yüzde 50'yi zor tutuyoruz" açıklaması, ve her şey yıkılıyor!
Sonra Cumhurbaşkanı çıkıyor "Mesaj alındı, demokrasi sadece sandık değildir" diyor.
Erdoğan tekrar sahnede! "Demokrasinin yolu sandıktan geçer!"

Ciddi anlamda olayı kişiselleştirmiş durumda belli ki. Fakat ülkeden gidip, koltuğunu Arınç'a devretmesi ile birlikte "Erdoğan'sız çözüm" devreye girdi, yine ılımlı mesajlar verildi.

Erdoğan, hem AKP içerisinde hem de medyadaki destekçileri tarafından yalnızlaştırılıyor. Daha doğrusu kendisini marjinalleştiriyor. Bu baskıcı kafa yapısından kurtulamazsa, şunu açıkça söyleyebilirim ki Ortadoğu'daki "stratejik ortakları" ve "dava kardeşleri" onu bir anda yutup yollarına devam eder!

Bu konu önemli, çünkü bu eylemlere batı medyasının verdiği destek benim midemi bulandırdı. Yükselen bir muhalif hareket var ve bu hareket Ortadoğu'daki gibi isyan da barındırıyor. Bu hareketi şekillendirmek isteyenler olacaktır. Eğer hareket çekilmez ve büyümeye devam ederse, Erdoğan'ı o koltuğa oturtanlar o koltuktan indirmesini de bilecektir. Bunun için yeterli altyapı Türkiye'de hazırdır. Muhalif kitlenin varlığının yanında bir de devlet içinde kadrolaşmış Cemaat'in Erdoğan'la kavgalı olması, Erdoğan'ın bitirilmesinde etkin rol oynayabilir. Sonuç olarak kaybeden sadece Erdoğan olur, kazanan kimse olmaz!

Bunun için batı medyasından destek bekleyen, Twitter'dan sürekli onlara yazılar gönderen andavallara sesleniyorum. Batıda da özgürlük falan yok, götünüzü yırtmayın. O gavatlardan dostluk ve insanlık beklemeyin. Eğer davanıza inanıyorsanız dik durun ve halkınıza sarılın. Aksi takdirde Mısır'daki yüzbinlerden farkınız olmaz. RTE gider, AG, FG gelir. Kazanan yine küresel güçler, kaybeden de yine biz oluruz.

BAHÇELİ NEYİN PEŞİNDE?

Kendisini yenileyemeyen MHP, genç nesile ayak uyduramayan Devlet Bahçeli, süreci okuyamayan MHP kadroları, harekete dil uzatma boyutlarına gelecek tarihi bir yanılgı içerisinde.

Hadi siz meydanlara inmediniz, lan hiç mi haber almıyorsunuz? Milletvekili olmuşsunuz, hiç mi bağlantınız yok. Meydanlarda yüzlerce ülkücü var. Nasıl olur da MHP lideri Bahçeli çıkıp sokaktakilere dil uzatır! "Onlar aramızda barınamaz" der! Muhalif olan hareketi marjinalleştirmek nasıl bir yanılgıdır?

Hepsini geçtim, Bahçeli'nin bu sorumsuzluğu yüzünden İstanbul'da bazı semtlerde ve bir kaç ilde daha ülkücüler Gezi Parkı eylemcilerine yönelik saldırılarda ve tahriklerde bulunmaya başladı. Bazen fiziksel şiddet, bazen tekbir sesleri ile... Tepki gösterdikleri insanların elinde Türk bayrakları var. Bugüne kadar Ocakları kabuğuna çeken, sokaktan alıkoyan Bahçeli, bugün demokratik tepki gösteren halka dil uzatarak partizanlarını masum insanların üzerine salıyor. Biz Erdoğan'ın iç savaş tehdidini gördük ve eleştirdik ama Bahçeli, Erdoğan'dan daha duyarsız yaklaşıyor sürece.


Not. Yazıda birkaç ekleme yapacağım.

24 Mart 2013 Pazar

Büyük Ortadoğu Projesi tam gaz devam!.. / Merkez: Diyarbakır

Türkiye, tarihinin en aciz dönemini yaşıyor...

Sözde barış sürecinden, Öcalan'ın mektubundan ve PKK'nın Diyarbakır'daki şovundan bahsediyorum elbette...

Şu ana kadar her adımını üç aşağı beş yukarı önceden tahmin ettiğim bir süreç bu. Blogda önceki yazılarımı takip edenler durumun farkındadır.

Yıllar önce "Diyarbakır'ı Büyük Ortadoğu Projesi'nin yıldızı/merkezi yapacağız" diyen Erdoğan, 21 Mart 2013'te en büyük somut adımı atmış oldu. Devlet, Öcalan'ı artık sadece PKK'nın değil, Kürtlerin de lideri statüsüne getirdi. Barış güvercini ilan etti.


PKK: 1 TÜRKİYE: 0

PKK'nın Diyarbakır şovu ve Öcalan'ın mektubu Erdoğan'ı maçın ilk dakikasında 1-0 geri düşürdü. Her ne kadar medya "PKK bitiyor, barış geliyor" manşetleri atsa da Öcalan'ın mektubu hiç de bu yönde değildi. Evet, barıştan ve demokrasiden söz etmişti fakat az buçuk devlet politikalarıyla ve kullanılan manipülasyon tekniklerine dikkat ediyorsanız, bu sözcükleri en çok kullananların emperyalist devletler, bölücüler ve işbirlikçi köşe yazarları olduklarını zaten biliyorsunuzdur.

PKK'nın Diyarbakır şovu, AKP'yi sürecin mimarı olmadığının net göstergesi oldu. Öcalan, yazdığı mektupla Erdoğan'ı ikinci plana itti. Çünkü artık Erdoğan'ın bu süreçten geri adım atamayacağının farkında. Zaten Öcalan'ın "sızdırılan" BDP'lilerle yaptığı görüşmesinde de "süreç tıkanırsa 40 bin kişiyle halk savaşı başlatacağız" tehditini savurmasının sebebi buydu. Öcalan artık yeni süreçte sadece PKK'nın değil, Erdoğan'ın da yol göstereni olacaktır. Diyarbakır şovunun yarattığı bir diğer portre ise, PKK'nın ve Öcalan'ın devlet desteği ile meşrulaştırılmış olması. Zaten en başından beri devam eden açılım süreçleri, toplumda "Kürt eşittir PKK" ya da "Kürtlerin verilmemiş haklarını PKK alıyor" algısı oluşturmaktan başka hiçbir şeye yaramadı.

Öcalan'ın mektubundan dikkat çeken noktalar:

  • Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar artık miadını doldurmuştur. Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor. Kendine ve aslına dönüyor. Birbirlerine karşı kışkırtıcı ve köreltici savaşlara ve çatışmalara dur diyor.
  • Bugün artık yeni bir Türkiye'ye, yeni bir Ortadoğu'ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz.
  • Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.
  • Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.
  • Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.
  • Yeni mücadelenin zemini fikir, ideoloji ve demokratik siyasettir, büyük bir demokratik hamle başlatmaktır.

"Ortadoğu halkları uyanıyor" vurgusu çok önemli. Çünkü kendisine ve peşindeki kitlelere çizdiği yeni yol da tıpkı onların yolu olacak. Yani hedef Arap Baharı gibi bir Kürt Baharı...
Yeni bir Ortadoğu dediği ise, bizim yıllardır bas bas bağırdığımız Büyük Ortadoğu Projesi'nden ibaret.
"Silahlı unsurların sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir" diyor dikkat edin, "silahları bırakın" demiyor!
"Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır" diyerek, Cumhuriyet'le 90 yıllık hesaplaşmanın galibi olduklarını ve ikinci maça hazırlanmaları gerektiklerini örgüte bildiriyor.

Bugün Öcalan'a yeni döneme geçilmesi gerektiği emrini verenler, 2003 yılında AKP'ye 'İkiz Yasalar'ı meclisten geçirtenlerdir. Bu adım adım işleyen bir süreç. "Bugün canım sıkıldı, PKK'lılar sınır dışına çıksın yarın geri gelsin" süreci değil. Bakın, 'İkiz Yasalar' sayesinde artık bu topraklarda yaşayan ve kendisine halk dedirtmiş her kitle, bu ülkede isyan başlatma, yasa tanımama hatta toprak talep etme hakkına sahip hale gelebilir.


İKİZ YASALAR


“1. Madde:

Halkların Kendi Kaderini tayin hakkı

            1.Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

            2.Bütün halklar uluslar arası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslar arası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.

            3.Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan devletler de dahil bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderinin tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler Şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.

2. Madde:


 Sözleşmenin iç hukuka uygulanması ve ayırımcılık yasağı

            1.Bu sözleşmeye taraf her devlet, gerek kendi başına ve gerekse uluslar arası alanda özellikle ekonomik ve teknik yardım ve işbirliği vasıtasıyla bu sözleşmede tanınan hakları mevcut kaynakları ölçüsünde giderek artan bir şekilde tam olarak gerçekleştirmek için, özellikle yasal tedbirlerin alınması da dahil, gerekli her türlü tedbiri almayı taahhüt eder.

            2.Bu sözleşmeye taraf devletler, bu sözleşmede beyan edilen hakların ırk, renk, cinsiyet, dil,din, siyasal veya diğer bir fikir,ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet,doğum gibi her hangi bir statüye göre ayırımcılık yapılmaksızın kullanılmasını güvence altına almayı taahhüt ederler.

            3.Gelişmekte olan ülkeler, insan haklarını ve ulusal ekonomik durumlarını dikkate alarak, bu Sözleşmede tanınan ekonomik hakları vatandaş olmayan kişilere hangi ölçüde tanıyacaklarına karar verebilirler.”




PKK BİTECEK SANMAK

PKK bitmiyor, meşrulaştırılıyor. PKK zaten kendi içerisinde yok olmayı kabul etmez. Çünkü nihai hedefi, ileride kurulacak Kürdistan devletinin silahlı gücü olmaktır. Bugün adı örgüt olur, yarın ise silahlı kuvvetler. Hadi diyelim kendileri yok olmayı kabul etti. Bu kez patronları (!) İsrail ve ABD buna izin vermeyecektir.

Neden mi?

Çünkü İsrail'in geleceği, kurulması planlanan geçici devlet yani Kürdistan'a bağlı. "Vaadedilmiş topraklar" hedefine ulaşabilmek için öncelikli olarak Irak'ın kuzeyini Kürtlere teslim eden ABD, daha sonra bunu Suriye, İran ve son olarak da Türkiye'ye sıçratmayı hedefliyor. Irak'ta zor da olsa bu planı başardılar, kabul. Ancak Suriye'de büyük bir "çuvallama" söz konusu. Şimdiye kadar çoktan Suriye'nin kuzeyini parçalayıp Kürdistan Bölgesel Yönetimi Vol. 2 ilan etmiş olacaklardı planlarına göre... Ama her şey kağıt üzerindeki kadar kolay değil görüldüğü üzere.

ABD, Diyarbakır merkezli Kürdistan devletini (İkinci İsrail) kurana kadar bu süreci öyle ya da böyle devam ettirecektir. Ancak tarih bize şunu gösteriyor ki, ABD plan/program konusunda hiç de başarılı değildir. Vietnam, Afganistan, Irak... Buralarda başarıya ulaşamayan projelerin mimarları, Türk toprakları için çok daha büyük projeler hazırlamalılar. Böyle Diyarbakır merkezli gövde gösterileri, uzun süredir gaflet uykusunda olan bu halkı uyandırmaktan başka hiçbir şeye yaramaz. Çok yakın zamanda bunun farkına varacaklar.

Bugün yaşadıklarımıza bakın ve dönüp tekrar Ergenekon, Balyoz, Oda TV davalarına bakın. 30 bin kişinin katilinin barış güvercini haline getirildiği bu ülkede, bir yandan da vatanseverler bir tane bile delil bulunamamasına rağmen hapislere tıkıldı, müebbet yağdırıldı. Hepsi bu süreç içindi. Bu ülkenin direnç noktalarını birer birer yok ettiler. Küresel çetelerin verdiği emirler doğrultusunda tüm vatanseverleri içeri tıkan AKP hükümeti ve onun destekçileri şimdi oturup kara kara düşünsün, "biz ne yaptık" diye. "Ülkeyi ne hale getirdik, neden buna izin verdik" diye düşünsün. Bugün toplum bunun travmasını yaşıyor. AKP'ye sırf "müslüman adamlar, bunlardan zarar gelmez" diyerek oy veren büyük bir kitle bugün travma yaşıyor. Onların sinirleriyle oynanıyor. Kaldıramayacakları şeyler izlettiriliyor. Şeref, namus, ahlak, vatanseverlik... Bütün duygularıyla, bütün hisleriyle dalga geçiliyor ve karşılarına da medya sayeside "barış, özgürlük, demokrasi" kelimeleri ile duvar örüyor, susturuyor. Bu, toplumu konuşamayan fakat içinde fırtınalar kopan, patlamaya hazır bomba haline getiriyor. Bu, iç savaşın birinci adımıdır, yani psikolojik altyapısıdır.



Yeter particilik yaptığınız, artık şapkanızı çıkarıp önünüze koyun ve iyi bi' düşünün...

8 Ocak 2013 Salı

Balyozu kim indiriyor? / Bahçeli'den çalım / Gülen İmralı sürecine neden destek verdi?

Bu blogun amacı iç politikayı yorumlamak değildi, ancak Türkiye'de öyle şeyler oluyor ki değinmeden geçmek mümkün değil. Doğal olarak asıl değinmem gereken konulara bir türlü değinecek vakti bulamıyorum.

Balyoz davasında 1435 sayfalık gerekçeli karar geçtiğimiz gün açıklandı. Biliyorsunuz, Balyoz davasındaki sanıkların neredeyse tüm itirazları belgeler üzerineydi. Çünkü belgelerin neredeyse hepsi dijitaldi. Yani bilgisayar ortamında üretilmişti. Mahkeme de "gerekçeli karar"da buna cevap vermiş. Aslında bu bir gerekçeli karar değil, savunma metni...

Kararda en dikkat çekici bölümler şunlar:
“Tüm dijital belgelerin gerçek olduğu kanaatine varıldığı için bilirkişi heyeti oluşturulmadığı...”

"Davadaki belgelerin, Genelkurmay başkanlığı tarafından askeri birimlerde asıllarının bulunduğunun belirtilmesiyle, sanıkların aksi yöndeki savunmalarını bertaraf ederek, mahkemede tam bir kanaat oluşmuştur."

Bu Türk hukuku açısından bir utanç metni olsa gerek.

Mahkeme dijital yani teknik bir konuda nasıl kesin sonuca varıp "bilirkişi"ye gerek duymaz?

TSK'dan yapılan açıklamada, Balyoz'daki belgelerin asıllarının Genelkurmay'da olduğu iddiası yalanlandı. (Bkz.) Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz da "TSK diyorsa, doğrudur" açıklamasını yaptı. (Bkz.)

"Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça..."

Balyoz davası biliyorsunuz şu meşhur "bavulla" başlamıştı. Taraf belgeleri manşetine taşımış sonra konu yargıya intikal etmişti. Toplumda infial uyandıran o manşetlerden biri şuydu:


Taraf gazetesi çok okunmadığı için, bu iddia Taraf üzerinden tüm gazete ve televizyonlara yayıldı. Tamam normaldir, çünkü iddia çok büyük. Ama biraz insaf, biraz şeref. İddia büyük olunca manşetler atıp, iddia çürütülünce iç sayfalarda bile gösterilmemek orospu çocukluğu değil de nedir? (Cami bombalama yalanı için bkz)

Balyoz belgelerinin çürütüldüğü bir site var, sanık yakınları tarafından kurulan, onu takip ederseniz; burada tek tek çürütmek gibi bir amacım olmayacak. Adres şu : http://www.balyozdavasivegercekler.com 


4 Temmuz 1980 tarihinde Çorum'da Cuma saati sırasında hoca Ulucami'de vaaz verirken içeri giren biri, “Alaaddin Camii’ni yaktılar” diye bağırmış, bir çok camide de yine “Komünistler, Aleviler, Alaaddin Camii’ne bomba koydular!” yalanı dillendirilmişti. Camilerde bunlar olurken, Alevi mahallelerinde de "faşistler sizi öldürmeye geliyor" yaygarası kulaktan kulağa dolaştırılıyordu.
TRT’de saat başı “Çorum’da Alaaddin Camii’ne bomba atılması ve dışarıdan ateş edilmesi üzerine meydana gelen olaylarda ilk belirlemelere göre dört kişi öldü” haberi veriliyordu...

Bu haber yalandı. Amaç, "darbeyi çağırmak"tı. Bu komployu kuran yani senaryoyu yazan kişi ise CIA ajanı Alexander Peck'ti.

Kahramanmaraş, Hatay, Malatya, Çorum olaylarını unuttuğumuz için, bugün bunları bize tekrar yediriyorlar.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu şerefsiz iddiaların altında bırakılmıştır. Çünkü asıl Balyoz'u bu ülke 12 Eylül öncesi yaşadı ve ne yazık ki ders çıkaramadı..

Fatih Camii'ni bombalama senaryosu, CIA tezgahıdır!

80'de darbeye zemin hazırlarken "cami yakma, bombalama" senaryosunu dillendiren CIA, 1998'de de bugün Balyoz planı dediğimiz senaryoları devreye sokmuştu. 30-31 Mayıs 1998 tarihlerinde ABD'de Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü bir toplantı düzenledi. Hazırlanan senaryoya göre;

“Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da cuma namazında camilerde bombalar patlayacak. Ayaklanan halk, valiliklere, kaymakamlıklara yürüyecek. Polis halkın önüne geçemeyince askeri birlikler devreye girecek. Laik-anti laik, Alevi-Sünni çatışması patlak verecek. Ağırlıklı olarak Sünnilerin safına geçen polis, askeri birliklerle çatışmaya girecek. Radikal İslamcılar, ayrılıkçı Kürtlerle birleşerek orduya karşı silâhlı mücadeleye başlayacaklar. Orduda çözülmeler baş gösterecek.” 

Bu plan, yüzünü Avrasya'ya dönen ve NATO'ya diş bileyen Türk Silahlu Kuvvetleri'ne tehdit niteliğindeydi. O dönem medyaya da yansıdı üstelik... Yine bir CIA tezgahı olan "Arap Baharı" gibi bu da bir "Türk Baharı" projesiydi. Fakat AKP gibi teslimiyetçi bir iktidar başa getirilince, bu planı devreye sokmaktansa, Türkiye'yi Ortadoğu'da ABD'nin görünmez eli haline getirmek, ABD'nin daha çok işine geldi ve hazırlanan bu senaryo, Türk Ordusu'nun üzerine yıkıldı.

İbadethanelere saldırı emperyalist devletler ve onun desteklediği terör grupları haricinde kimsenin yapacağı bir şerefsizlik değil. Irak'ta Sünni-Şii kavgası, ABD destekli terör gruplarının mescid, cami ve türbe bombalamaları üzerine başlamıştır.

Öcalan'a itibar kazandırılan şu günlerde, Ergenekon ve Balyoz davaları iyice vicdanları kanatmaya başladı.

Bakın, daha önce söylediğimiz temel olarak üç şey var.

1. Ergenekon ve Balyoz davaları tamamen siyasi davalardır ve operasyon niteliği taşımaktadır.
2. Bu davalarda hedef, yüzünü Avrasya'ya dönen Türk Ordusu ve Türk halkında yükselen Anti Amerikancılık ve Ulus olma(milliyetçilik,ulusalcılık) bilincidir.
3. İlk iki maddenin devreye sokulmasının akabinde Türkiye'nin bölünme projesinin başlatılması.

Bugün kamuoyunda bu davalara 3 farklı yaklaşım var. Birincisi, davaların ve davalardaki iddiaların gerçekliğine inananlar. İkincisi, davalara inanmayanlar, komplo olduğunun farkında olanlar. Üçüncüsü ise "bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar"

Sonuç olarak, Balyoz Türk devletine ve Türk milletine iniyor. Bu yüzden herkesin artık hayatında bir kez de olsa ülke konusunda şerefli davranıp, gavatlık yapmayı bırakması gerekiyor.

Türkiye'de tüm darbelerin arkasında ABD olduğuna göre, neden ABD bağlantısı kurulmuyor ve aksine neredeyse tüm tutukluların ortak paydası Amerikan karşıtlığı? Bu sorunun cevabını kendi vicdanınıza vereceksiniz, bana ya da bir başkasına değil.

Bugün Bahçeli uzun zamandan sonra ilk kez omurgalı davrandı. Şöyle bir açıklama yaptı:

“Madem İmralı'ya ziyaret sıklaşmıştır, terörist başına gitmek kutsallaşmıştır. O imralı teröristi sizin olsun. Ben de Silivri'ye gidip terörist olmakla ve terör örgütü kurmakla suçlanan, bize göre de terörle mücadelede tarihi vazife üstlenen ve bu konuda eşsiz hizmetleri bulunan 26'nci Genelkurmay Başkanımızı ziyaret edeceğim ve onunla Allah'ın izniyle kucaklaşacağım.”

Bu açıklamayı eleştirenler var. Öcalan'la Başbuğ'u aynı cümle içinde kullanarak aslında "Genel afçı" ve kamuoyuna "Paşaları istiyorsanız Öcalan'ı verirsiniz" mesajını verenlerin ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyenler var. Kamuoyu bunu öyle okumaz... MHP, Ergenekon ve Balyoz konularında gereksiz bir şekilde sessizdi, tavır alması bu davaları milletin vicdanında daha da bitirecektir.

CHP'nin kredi verdiği bir süreçte, Devlet Bahçeli, hem AKP hem de CHP'ye yılın golünü atmıştır.


Gülen neden İmralı sürecine destek verdi? 

Günün dikkat çeken bir diğer açıklaması Fethullah Gülen'den geldi. İmralı sürecine destek veren Gülen, özetle şu iki cümleyi kurdu:

  • "Sulh hayırdır, hayır sulhtadır"
  • "Milli onur, milli gurur ayaklar altına alınmama kaydıyla, o mefkureye saygı devam ettiği müddetçe -bence- el de öpülebilir, etek de öpülebilir."

Gülen'in bu açıklaması oldukça önemli. Çünkü Gülen'in terörle müzakere değil mücadeleyi desteklediği öne sürülüyordu bugüne kadar. Cemaatin yayın organlarının da PKK'ya karşı sert tutumu bu görüşü desteklemekteydi. KCK davasını da emniyet ve yargı içinde örgütlenen cemaatin başını çektiği bir grubun yürüttüğü göz önünde bulundurulursa, cemaatin bu konudaki uzun süredir devam eden tarafı gayet açık ortadaydı. Ayrıca Oslo görüşmelerini sızdıranların da cemaatle bağlantılı istihbarat görevlileri olduğu PKK tarafından ortaya atılan bir iddiaydı. Bu iddiayı güçlendiren realite ise, Oslo görüşmelerini yürüten MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı yargılamaya çalışan gücün arkasında cemaat olmasıydı. Başbakan Özel Yetkili Savcılar için "devlet içinde devlet oldular" ve "hedef benim" sözlerini de bu yüzden dile getirmişti. Bu ülkede artık küresel güçler ve dış istihbarat haricinde sadece iki güç var; birincisi devlet ikincisi "devlet içinde devlet olmuş" cemaat. 

Peki ne oldu da Fethullah Gülen bu sürece destek verdi? Gerçekten bu kez İmralı sürecinin barışı getireceğine inandığı için mi? Bak aslanım, bak koçum, bak yavrum. Bu ülkede geçmişe yönelik hiçbir haber durduk yere gündeme getirilmez. Bak şimdi;

Tarih: 21 Aralık 2012
Konu: Bayram değil seyran değil Tayyip amca neden bir yıl önceki "böcek" konusunu açtı.

İlgili dakika 21:10


Tuhaf değil mi? Asıl tuhaf olan, bu açıklamadan sonra cemaate yakın isimlerin bu konuya yaklaşım şekliydi. Bir ülkenin Başbakanı "ben dinleniyorum" diyordu ve buna normal şartlarda balıklama atlaması gereken "demokrasi havarileri" buna inanmadığını dile getiriyordu. 

Şimdi Mehmet Baransu'nun şu sözlerini dikkatli okuyun:

"İmajını düzeltmek için olmayan böcek tartışmasını MİT başlatmış olabilir mi? Böcekleri arama yaparken MİT koymuş olabilir mi?" (Yazının tamamı için tıklayın)

Ve tabii ki Emre Uslu:

“Başbakan’ın ofisinde dinleme böcekleri bulunmuş. Medyaya yansıyan bilgilere bakılırsa bu böcekler geçen şubat ayında bulunmuş. Benim merakım şu: Acaba böcek aramasının kamera kaydı var mı? Kamera kaydı yoksa, pekâlâ o aramayı yapan kurum da olmayan böcekleri çıkarıp Erdoğan’ı maniple etmek isteyebilir. Dünya siyaset tarihi bunun yüzlerce örneğiyle dolu. Erdoğan umarım varsa o video kaydını incelemiştir. Yoksa bir başbakanı, odanda böcek bulduk deyip maniple etmek kadar kolay bir şey yoktur. Bunu dış istihbarat servisleri de yapar Başbakan’ı bir yöne kanalize etmek isteyen başka servisler de… Bu bağlamda sorulması gereken soru şu: Böceklerin çıktığı tarih ile Erdoğan’daki değişimin tarihi örtüşüyor mu? Erdoğan’da son bir yılda görülen tuhaf değişimin, giderek Ergenekoncu çizgiye doğru kayışının ofislerinde çıkan böceklerle ilişkisi olabilir mi? Varsa nasıl?”

Emniyet ve Cemaate yakın iki "derin" gazeteci neden "böcek" konusunda MİT'i suçlayıcı tavır takındı dersiniz?

Böcekler konusunda "derin devleti tamamen bitirdik diyemem" diyen Erdoğan, bu sözleri ile "devlet içinde devlet oldular" dediği Özel Yetkili Savcılar ve onların arkasındaki Cemaati mi işaret ediyordu acaba?

Peki Erdoğan, 2012 başlarında ofisinde bulunan "böceği" neden bir yıl sonra kamuoyu ile paylaşma gereksinimi duydu? 

Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi? Eheh. 

Şimdi diğer konuya gelelim müdür. Haberleri kest.
31 Aralık 2012 Milliyet gazetesi
1 Ocak 2013 Posta gazetesi
28 Aralık'ta TRT'ye katılan Erdoğan, "İmralı ile görüşülüyor" açıklamasını yapıyor, yeni "açılım"ın sinyalini veriyor, 31 Aralık'ta Milliyet "MİT Raporundaki Çiller Örgütü" manşeti ile çıkıyor... 1 Ocak 2013'te Posta "700 kişilik Çiller Örgütü" haberini yapıyor, ve yeni İmralı süreci de bu süreçte başlıyor...

Ne oldu da 16 yıl aradan sonra bu haber gündeme getirildi? 1 Haziran 1996 tarihli Aydınlık gazetesi manşeti neydi biliyor musunuz? "Çiller'in 700 kişilik gizli örgütü"ydü. Çiller Örgütü'nün süreçle alakası nedir? Burası çok önemli. Her ne kadar Milliyet'in haberinde ismi geçmese de, Çiller Özel Örgütü'nün Fethullah Gülen ile bağlantıları var. Öncelikli olarak bunu bilelim. Ayrıca Amerika'nın Türkiye'de yarattığı derin devletin Gladio olduğunu, Gladio'nun da o dönemki Çiller Özel Örgütü olduğunun altını çizelim.  

Milliyet'in Fethullah Gülen ismini adeta sildiği o raporu, 1 Ocak'da Aydınlık gazetesi sürmanşetine taşımıştı.
1 Ocak 2013 Aydınlık gazetesi
1996'da Doğu Perinçek, Çiller Özel Örgütü dosyasını TBMM Başkanı Mustafa Kalemli'ye vermiş, Kalemli içerisinde Çiller-Fethullah-Çatlı bağlantılarının bulunduğu 600 sayfalık dosyayı bir ay sonra "yanmamak" için Perinçek'e geri vermişti. Perinçek 18 Ekim 1996'da Çankaya Köşkü'ne çıkarak dosyayı bu kez Süleyman Demirel'e vermişti. 16 gün sonra "Susurluk olayı" meydana gelmiş ve olaydan 5 gün sonra Demirel, Perinçek'in hazırladığı dosyayı Başbakan Erbakan'a göndermişti. Bunun üzerine "TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu" kurulmuştu. Komisyon 24 Aralık 1996'da Doğu Perinçek'i dinlemişti. Komisyon, 19 Kasım'da konu ile ilgili MİT'ten bilgilendirme istemiş, bunun üzerine Müsteşarı Sönmez Köksal da Başbakan Erbakan'a 60 sayfalık "Çiller Özel Örgütü" raporunu sunmuştu. Raporda Fethullah Gülen hareketi de yer almaktaydı. 

MİT'in "Çiller Özel Örgütü" raporunda (Susurluk Raporu) Fethullah Gülen ve cemaati ile ilgili bölüm :
  • Çiller'in kara para aklama işindeki gizli ortağı Fethullah Gülen
  • Fethullahçılar, CIA'in bölgemizdeki en önemli sivil toplum kuruluşu

Raporda Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e suikast girişiminin yer alması ise olduıkça dikkat çekici bir diğer konu. Hatırlarsanız, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'a yönelik darbe ve suikast girişiminde bulunanların ülkedeki Gülen okulları ve CIA ile bağlantılı oldukları iddia edilmiş, ilerleyen süreçte Özbekistan'daki Gülen okulları kapatılmış, cemaatin 50'den fazla iş adamı tutuklanmıştı. 

Geçtiğimiz yıl öldürülen MİT Orta Asya Sorumlusu Kaşif Kozinoğlu, Sırlar kitabında Gülen okulları ile ilgili “ABD adına istihbari faaliyet gerçekleştirdikleri ve anılan okulların ABD’li istihbaratçıların barınma yuvaları olduğunu” ifade etmiştir.  

Zaten Fethullah Gülen'i Green Card sahibi olması için kefil olan isimlerden biri de CIA Türkiye Eski İstasyon Şefi Graham Fuller'dir.

Konumuza dönersek, Susurluk konusunun yeni İmralı süreci ile aynı tarihlerde gündeme getirilmesi, Gülen cemaatine açıkça aba altından sopa gösterildiği anlamını taşıyordu. Fethullah Gülen de durumu farketti ve İmralı sürecine açık desteğini beyan etti. 

Serdar Akinan, 25 Aralık tarihinde iki önemli tweet attı. 

 


Hükümeti birkaç günde istifaya zorlayacak üç manşet ve hükümetin buna karşı elinde koz olarak tuttuğu "Yeşil Ergenekon" soruşturmasını açacak bir dosya... Yoksa Erdoğan'ın elindeki kudretli dosya yukarıda sözünü ettiğimiz dinlemelerle ilgili mi?

Bu dosya acaba Susurluk Dosyası olabilir mi? Ya da Susurluk'tan yola çıkarak cemaatin açığını bulan Erdoğan'ın, kendisine yavaş yavaş sorun çıkarmaya başlayan cemaat hakkında MİT'e hazırlattığı iddia edilen 'Gülen Cemaati Raporu' mu söz konusu dosya? (MİT'in Gülen Cemaati Raporu için bkz.)

Kıran kırana AKP-Cemaat savaşı var ve ikisi de birbirine hiçbir şey yapamıyor...

6 Ocak 2013 Pazar

Genel affa doğru 2 / İkinci Kürt açılımı / Türk ordusu neden tasfiye edildi?

Yazının ilk bölümünü okuyup öyle gelmenizi tavsiye ederek başlayayım. (Genel affa doğru / Apo'yu sempatikleştirme / Kürt baharı)

Habur Olayı ve Oslo Görüşmesi ile yerle yeksan olan "Kürt Açılımı", 2013'ün ilk günleri ile birlikte hızla yeniden gündeme getirilmeye başlandı. Öyle ki; MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İmralı'da Öcalan'la pazarlık masasına oturdu, hatta git-gel yapmamak için 2 gün orada kaldı...

Önce bi hafızaları tazeleyelim:

Ne demişti padişahımız zamanında?
"Bunlarla (PKK'yla) bir araya oturduğumuzu söyleme şerefsizliğini yapanlar, bu alçakça iftirada bulunanlar bunun hesabını her yerde vereceklerdir. Biz AK Parti hükümeti olarak bugüne kadar terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık hiçbir zaman da oturmayacağız." (İzleyin)

Daha sonra bildiğiniz üzere Oslo görüşmelerinin ses kaydı ortaya çıkmıştı.

Aslında "2. Kürt Açılımı" bir süredir başlamıştı fakat ilk seferdeki gibi zor durumda kalmak istemeyen iktidar, tedbiri elden bırakmamak için şimdiye kadar sessiz sedasız ilerletmekteydi. Bir süre "kuşkuyla" okuduğumuz Aydınlık gazetesi manşetleri bugün yaşananlarla öyle bir örtüşüyor ki, adeta yaşananlar manşetlerin sağlaması niteliğinde...

Neydi o manşetler?

1 Temmuz 2012 Aydınlık sürmanşeti
1 Temmuz tarihli Aydınlık sürmanşetine göre Öcalan, MİT'in yatında ABD'li yetkililerle görüştürülmüştü. (Detaylar için bkz.) İddiayı, "İmralı görevlileri"ne dayandıran Aydınlık, bir gün sonra ise MİT-Öcalan görüşmesinin detaylarını veriyordu.

2 Temmuz 2012 Aydınlık gazetesi sürmanşeti
Aydınlık, taaa 2 Temmuz'da AKP-İmralı görüşmelerini sürmanşete taşımış, Erdoğan'ın görevlendirdiği "yetkililerin" çizdiği yol haritasını belirlemişti. "Yetkililere" göre; "Kürt sorununda Öcalan'ın tek söz sahibi haline getirilmesi lazım. Bunun için kamuoyu hazırlanmalı. Tepkiler zamanla erir gider."

Ve iddiaya göre Apo'yla görüşmeleri yürütmekle "görevli" MİT'çiler öncelikli çözüm olarak "Apo'ya ev hapsi"ni uygun buluyorlar. (Detaylar için bkz.)

Bunlar iddia... Hatta o günlerde çoğumuza "uçuk" gelen bir iddiaydı. Ama bugün yaşananlara baktığımızda, o iddiaların apaçık ispatını görüyoruz.

Öcalan'ın tek söz sahibi konumuna getirilmesi bugün gerçekleşmiş durumda. Dikkat edin, yeni bir "açılım" başladı ve Erdoğan herkesten önce bu sefer kendisi önce İmralı ile görüşülebileceğini (Bkz.) daha sonra ise görüşüldüğünü açıkladı.


Ancak tüm bu açılım sürecinde PKK liderlerinden ve BDP'den pek ses-seda yok. Hayret! Yoksa Öcalan'ı "tek söz sahibi" yapmak için mi bütün bunlar?

BDP'nin tek yaptığı şey, 3 Ocak'ta MİT eli ile İmralı'da Öcalan'la görüştürülmek oldu. Öcalan, BDP'ye de yol haritasını çizdi.



"Genel affa doğru" başlıklı ilk yazımda dikkatinize sunduğum bir iki konu vardı. Bunları tekrarlamam şart.

Konulardan biri "açlık grevi"nde Öcalan'ın "kurtarıcı lider" konumuna getirtildiğiydi. Hatta öyle ki Başbakan Erdoğan bile "Açlık grevlerinin bitmesinde İmralı'nın mesajı da etkili oldu" sözlerini sarfetmişti. Ancak Erdoğan, Öcalan'ın bu talimatı vermesinin karşılığında hükümetin hiçbir teminat verilmediğini dile getirmişti. Aynı gün yandaş Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu ise "hükümetin avukat teminatı verdiğini" ifade etmişti.

3 Ocak 2013 tarihinde İsmail Hakkı Karadayı gözaltına alınırken, KCK davasında sessiz sedasız bir tahliye gerçekleşti. Tahliye edilen isim hükümetin teminatını ve açılımı işaret ediyor: Davut Uzunköprülü. (Detaylar için bkz.)

İsimden çıkaramadınız tabi... Bu adam Öcalan'ın avukatı!

Bir önceki yazımda altını çizdiğim bir diğer konu ise Ağlamaktan Sorumlu Devlet Bakanı Bülent Arınç'ın "Öcalan'ın müslüman kimliği"(!) ile ilgili hikayesi ve "Ben de olsam dağa çıkardım" temalı sözleriydi.

5-6 Aralık'ta Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen "AB, Türkiye ve Kürtler" (9. Uluslararası Kürt Konferansı) adlı konferansta çizilen yol haritasındaki üç maddeye dikkatinizi çekiyorum:

  1. Sayın Öcalan’ın müzakerelerde tam bir rol oynayabilmesi için koşulları düzenlenmeli.
  2. Daha geniş müzakereli bir barış süreci için genel siyasi bir af zemini hemen yaratılmalı.
  3. Adli reform onbinlerce Kürt’ün cezaevlerinden çıkmasını sağlayacak şekilde genişletilmeli. 
  4. .....
Konferans katılımcılarından biri olan gazeteci Serdar Akinan'ın 3 Ocak 2013 tarihinde yeni açılımla ilgili Twitter'da yazdığı yorumu ise görmezden gelinemez:


Geçtiğimiz aylarda Mehmet Ali Birand'dan uçuk bir açıklama gelmişti. Birand'ın açıklaması şöyle:

"Türkiye'nin bir genel affa ihtiyacı var. Genel af olmadan çözüm gelmez. Öcalan 'ı bugünkü hiçbir iktidar önümüzdeki 10 yıl içinde göze alıp adımını atamaz, bir karşılıklı anlaşma olursa olur. Şöyle olursa olur; Karşılıklı ateşkes ilan edilir, ilk adımlar atılır, ilk af çıkar, silaha dokunmamışlar affedilir. Arkasından yönetime gider, en sonunda da Öcalan affedilir. Buna ihtiyaç vardır.

O zaman Öcalan bir parti lideri olur. Bu demokrasinin gereğidir. Bugün Arafat olmuştur, Şimon Perez olmuştur. Öcalan da terörist, Arafat da terörist. Oda insan öldürdü, Öcalan da öldürdü. Gerçekçi olalım. Öcalan eğer çok gecikilmezse günün birinde meclise de girebilir. Bunu yaparsa ancak Tayyip Erdoğan yapabilir. Ondan güçlü birisini görmüyorum. Bu da 2014-2015'ten sonra olur. Tayip Erdoğan başkanlığı alırsa bu cesareti olur. Ben 2015 sonrasında bekliyorum gelişmeleri." (Detaylar için bkz.)

Bu açıklamalar emin olun ki belirli bir program üzerine yapılıyor. Kimse kafasına göre fikrini beyan etmiyor anlayacağınız.

Geçtiğimiz gün Radikal'de yer alan bir röportaj da genel affın altını çizmekteydi. Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, röportajda "PKK'ya da Ergenekon'a da af gerekecek" sözleri ile hem manşeti belirlemiş hem de mesajını vermişti. (Detaylar için bkz.)

Cevat Öneş'le ilgili Öcalan'ın sarfettiği sözler:

“Cevat Öneş’in benim Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli bir önder şeklindeki ifadeleri isabetli. Benim Türkiye için kritik bir demokratik önderlik rolü oynuyorum, ama bu konuda önümün açılması gerekli” (18 Şubat 2011, Öcalan'ın avukatları ile görüşmesinden notlar...)

“Cevat Öneş’in, ‘Öcalan sorunun çözümünde Nelson Mandela rolünü oynayabilir’ görüşü doğrudur. Fakat Hükümet böyle bir diyaloga hazır değil. Devletin etkili ve yetkin kurumları benim çözümümü tartışmaya hazır.”(3 Mart 2010, Öcalan'ın avukatları ile görüşmesinden notlar...)

BDP'nin 24 Ocak 2012 tarihinde İstanbul Taksim Elite World Otel'de yapılan Merkez Yürütme Kurulu (MYK) Olağanüstü Toplantısı'na ("Kürt Sorunu, Çözüm Olanakları ve Öcalan'ın Rolü" konferansı) katılan Cevat Öneş'in sözlerine bakın şimdi:
"PKK sebep değil sonuçtur, PKK önemli bir siyasal harekettir ve durum PKK'ya önemli sorumluluklar yüklemektedir, Hükümet Anayasa sürecinde bir yol temizliği yaparak, TMK, TCK'da kaldırılması gereken maddeleri kaldırması ve güven artırıcı önlemler alması gerekir"

Daha bitmedi!..

MİT'çi Cevat Öneş'in DTK ile bağlantıları dudak uçuklatıyor.

DTK ne mi? Anlatıyorum...

DTK, Demokratik Toplum Kongresi. KCK iddianamesine göre PKK ile doğrudan bağlantılı, "Demokratik Toplum Hareketi"ne bağlı sivil toplum kuruluşlarını tek çatıda birleştirme misyonundaki bir oluşum.

Demokratik Toplum Hareketi ise sırayla HEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP ve son olarak BDP'dir.

Cevat Öneş'in DTK'nın neredeyse tüm konferanslarına katılmasının amacı onları tatlı dille ikna etmek mi?

31 Aralık 2012'de Habertürk'te canlı yayına katılan Nazlı Ilıcak'a Demirel'in "genel af önerisi" hakkındaki düşünceleri soruluyor. Önce konuya balıklama atlayıp "Genel af meselesi çok önemli tabi. Mesela Kürt meselesini de kapsayan bir genel affın..." sözlerini sarfeden Nazlı Ilıcak, sonra sunucu tarafından genel affın Ergenekon davasını da kapsayabilme ihtimalinin hatırlatılması üzerine "tabii şimdi af istiyorsa, bu tamamen Ergenekoncuları kapsayan bir aftır Süleyman Demirel'in istediği. Esasen suç işlemiş olanlar mahkeme tarafından belgelendikten sonra, mahkeme tarafından karara bağlandıktan sonra böyle bir affa ben de taraftarım. Ama şimdi mahkemeleri yarım bırakacak bir affa kesinlikle karşıyım." sözlerini sarfediyor. (İzlemek için tıkla)

Türkçesi şu: PKK'lı hüküm giyenlere af çıksın, Ergenekon'da yargılanan askerler, gazeteciler dava bitene kadar aftan yararlanamasın.

He amk he.

BDP'lileri günahım kadar sevmem ama Türkiye'de en dürüst politika onlarda sanırım. Her şeyi açıkça dile getiriyorlar. Selahattin Demirtaş'ın "Kürdistan'ı Erdoğan kuracak" sözlerini de bu açıdan değerlendiriyorum.

Kürt sorununun çözümü meselesinde daha önce PKK ile masaya oturan devlet, bugün direkt Öcalan'ı muhattap alarak farklı bir yol denemeye çalışıyor. Ancak bu sorunun çözümü asla kişi ya da örgütlere indirgenecek kadar küçük değil. En nihayetinde ABD'nin Ortadoğu'daki maşalığını üstlenen AKP hükümeti, bu politikasının sonucu olarak Suriye, İran ve Irak merkezi yönetimini karşısına aldı. PKK sorununu konuşuyorsak, bu ülkelerle olan ilişkileri gözardı edemeyiz. Özellikle Irak bu konuda oldukça hassas durumda. Irak'ın kuzeyinde kurulacak olası bir bağımsız devlet, zaten dış politikası hallaç pamuğuna dönmüş Türkiye'yi iyice ateşe atar.

Şimdi yine bir kaç alıntı yapacağım.

Kürdistan Bölgesi Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Ocak 2012'de “Eğer Kürdistan halkı bağımsızlık talep ederse, ben bunun önünde durmayacağım. Ben Kürdistan bölgesinin günden güne gelişmesini istiyorum ancak asıl umudum Kürdistan’ın bağımsızlığıdır. cümlelerini kurmuştu.

Kürdistan Bölge Hükümeti Başbakanı Neçirvan Barzani, Aralık 2012'de "Bağımsız Kürdistan’a her zamankinden daha yakınız!" açıklamasını yaptı.

Mesud Barzani'nin danışmanı, eski ABD'li diplomat ve petrol devi Exxon Mobil'i Kuzey Irak'a sokan Peter Galbraith, Mayıs 2012'de Kürt Rudaw dergisi ile yaptığı söyleşide şu kritik cümleyi kuruyor:

"Bağımsız Kürt devletinin ilanı için en uygun zaman geldi"

Galbraith, Aralık 2012'de Radikal'den Ezgi Başaran'a ise şu açıklamaları yapıyor:


"Irak’ta açıkça Şii olan ve bunu vurgulayan bir hükümet var. Ve Türkiye artık Sünni kimliğini öne çıkaran bir ülke. Bunu söylediğimde Amerikalıların çoğu AK Parti’nin Türkiye’yi bir İslam ülkesine dönüştürmek istediği fikrine kapılıyor. Hayır bunu söylemiyorum. Demek istediğim; Türkiye eskiden milliyetçi Kemalist bir rejim olarak kendini tanımlıyordu, artık Sünni bir kimliğe sahip.

Eğer bölgeye bu kimlik tanımları üzerinden bakarsanız, Türkiye’nin Maliki’ye ve İran’ın domine ettiği Irak’taki Şii nüfusuna karşı düşmanca tavır almasını daha iyi anlarsınız. Elbette tersi de Maliki için geçerli. Maliki, Suriye’de Sünnilerin öncülüğünde yürüyen muhalif harekete destek çıkan, kendi ülkesinde sorun yarattığını düşündüğü Erbil’le arasını iyi tutan bir Türkiye görüyor. Ve rahatsız oluyor. Tabii ki başka birçok faktör de var ama iki yönetim arasındaki sürtüşmenin temel sebeplerinden birinin bu kimlik siyaseti olduğunu düşünüyorum.

Bence önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde bu (Bağımsız Kürdistan) kaçınılmazdır. Irak’taki Kürtler artık Irak’ın parçası olmak istemiyor, o kesin. Birçok Iraklı da Kürtlerin yeterince sorun yarattığını ve bağımsızlıklarını vererek onlardan kurtulunması gerektiğini düşünüyor. Gerçek bir birleştirici olan Talabani’nin ölümü de bu çözülmeyi hızlandıracaktır.

Ben Türkiye devletinin bunun farkında ve hazırlıklı olduğunu düşünüyorum. Elbette tercih etmez ama söylemlerine baktığımda konuya çok daha ılımlı yaklaştığını görüyorum. Bir kere çok ciddi ticari ilişkileri var Kuzey Irak’taki Kürtlerle. Artık siyaset birliği yapmaya da başladılar. Bağımsız bir Kürdistan’ın ayakta kalması için de komşu ülkelerden birinin desteğini alması lazım ki, bu ülke Türkiye’dir. Türkiye de buna uzak değil. Eskiden ‘Bağımsız bir Kürdistan kabul edilemez’ derlerdi, şimdi ‘Irak’ın birliği tercihe şayandır’ diyorlar. Arada çok fark var."


Yeni Şafak yazarı Murat Aksoy 2 Ocak 2013'te köşesinde Hükümet-Öcalan görüşmelerindeki 7 maddeyi açıkladı.
  1. İlk adımı Öcalan üzerindeki tecridin kısmen azaltılmasıdır. Ailesinin görüşmelerini bu ay ve önümüzdeki ay içinde bazı avukatların görüşmesi izleyecek.
  2. İkinci adım açlık grevlerinin sona ermesinde gündeme gelen ana dille savunma hakkıdır. Eksikliklerine rağmen taslak hazırlanmış ve Meclis’e sevk edilmiştir.
  3. Yerel yönetimlerin güçlenmesi açısından önemli bir adım olan Büyükşehir yasası hayat geçmiştir. Bu yasayı tamamlayacak önemli bir adım ise yılın son MGK’sında üzerinde mutabık kalınan Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’na konulan çekincenin kaldırılması olacaktır.
  4. Yol haritasının en önemli maddesi ise üzerinde çalışılan 4. Yargı Paketi’ndeki bazı düzenlemeler olacaktır. Şiddete bulaşmışlar dışındaki tutuklular için ceza kanununda yapılacak değişiklik, yer isimlerinin iadesi, kamu kurumlarında anadilin kullanılması bunlardan bazılarıdır.
  5. Yol haritasında önemli bir madde de vatandaşlık tanımının etnik vurgudan arındırılmasıdır. AK Parti ve BDP bu konuda birbirine yakın. CHP’nin sunduğu alternatiflerden birisi de bu yönde. Bu konu yeni anayasa çalışmalarına bağlı olduğu için şimdilik beklemede ama niyetin varlığı önemli.
  6. Yol haritasına göre bu adımlara paralel olarak PKK’nın terör eylemlerini durduracaktır. Ki son bir ay içinde teröre eylemleri bıçak gibi kesilmiştir.
  7. Şu anda yol haritasının son adımları üzerinde müzakereler devam ediyor görünmektedir. Devlet hedefini silah bırakma olarak açıklarken bunun gerçeklememiş olması Öcalan’ın kademeli bir formül (ateşkes, sonra sınır dışına çekilme ve silah bırakma) önermesinden kaynaklanıyor görünmektedir.
Not: Yeni Şafak gibi gazetelerden kesitler sunmamın sebebi, kendi yayın organlarının "itiraf" niteliği taşımasıdır.

Açılımda görev yine ilk olarak medyaya verildi. Geçtiğimiz yıllarda Aydın Doğan'la kanlı-bıçaklı olan Erdoğan, bugün onun desteği ile halkı şekillendirmeye çalışıyor. Öyle ki, Doğan Medya Grubu, Aydın Doğan'ın talimatıyla Kürt açılımına tam destek verecek...

Aydın Doğan dün Doğan Medya Grubu altında yayın yapan kurumlara gönderdiği mektupla "Yayınlarınızda barışın dili hakim olsun. Çatışma dilinden uzak durun" talimatı verdi. Bunu açıklayan Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can... (Detaylar için bkz.)

Aynı gün Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök de "genel affı" kaleme aldı. Özkök genel affı şu sözlerle savundu:
Bu ülkeye bir genel af lazım dediğim zaman fazla taraftar bulamamıştım. Şimdi bu konuda da ağırlıklı konsensüs iradesi oluşuyor.Evet bir genel aftan başka çıkar yolumuz yok.Bu herkes için iyidir. (Detaylar için bkz.)
Şimdi Türk halkına soracağımız soru şu...

Kademeli olarak "genel af" "Öcalan'a ev hapsi" ve "Öcalan'a tahliye" olaylarında tepki gösterecek misiniz? Gösterecekseniz tepkileriniz "eritilecek" cinsten mi olacak?

Oslo görüşmelerinde MİT'in PKK'ya verdiği bir teminat vardı. Emre Uslu'nun 10 Haziran 2012 tarihinde kaleme aldığı yazısındaki iddiasına göre o teminat şu yöndeydi;
Güneydoğuda görev yapan askerler ve polisler savaş suçlusu olarak yargılanacak!
(Detaylar için bkz.)

Oslo görüşmeleri ne zaman yapıldı? 2009-2010 yıllarında.

Balyoz operasyonu ne zaman başlatıldı? 30 Ocak 2010 tarihinde Mehmet Baransu'nun şu meşhur "bavulu" Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'ne teslim etmesi sonrasında...

Balyoz operasyonu ile Türk askerini içeri tıkan iradeye destek veren Emre Uslu'nun, 2 yıl sonra kaleme aldığı yazı, Oslo görüşmelerinin detaylarında istemeden ve dolaylı olarak da olsa PKK'ya verilen teminatın gerçekleştiğini ispatlıyordu.

Balyoz operasyonunda tutuklananlar arasında yer alan Emekli Kıdemli Albay Hasan Atilla Uğur (Öcalan'ı sorgulayan komutan), Özel Kuvvetler Komutanı emekli Korgeneral Engin Alan (Öcalan'ı Türkiye'ye getiren ekipten komutan) isimleri bu çerçevede değerlendirilmeli.

Wikileaks belgelerinde yer alan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson imzalı 18 Nisan 2003 tarihli belgede TSK'daki kutuplaşmalarla ilgili dikkat çeken bir bölüm:

“Birincisi, Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu, istekli olmasa da kabul eden ‘Atlantikçiler’. İkincisi, ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Irak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dâhil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı ‘Milliyetçiler’. Üçüncüsü de, ‘Avrasya’ konseptinin, Rusya’nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif arayan ve Rusya’yla ya da Rusya ve İran’ı veya Rusya ile Çin’i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen ‘Avrasyacılar’.”

Dönemin TSK'daki en üst düzey "Atlantikçi" Hilmi Özkök'e nasıl bakıyor diye soruyorsanız, yine Wikileaks'ten alıntı yapalım:
“AKP ile ordu arasında gelişen ilişki değerlendirilirken, Özkök faktörü de Erdoğan’ın karakteri kadar önem taşıyacaktır. Özkök’ün daha açık fikirli bir askeri lider olduğu söyleniyor (başka şeylerin yanı sıra, Ramazan’da da oruç tutuyor).”

Ve Wikileaks'te asıl gelmek istediğim nokta şu ki; Özkök karşıtı olarak ismi geçen tüm komutanların süregelen tarihlerde tutuklanacak olmasıdır...
Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman, Jandarma Komutanı Eruygur, Birinci Ordu Komutanı Doğan, Ege Ordu Komutanı Tolon, İkinci Ordu Komutanı Türkeri ve MGK Genel Sekreteri Kılınç'ın Özkök karşıtı olduğunun altı çiziliyor. Yaşar Büyükanıt’ın ise ikili oynadığı iddia ediliyor.
(Wikileaks, ABD Ankara Büyükelçilik Müsteşarı Robert Deutsch tarafından yazılan 10 Aralık 2002 tarihli belge)

Olayları kronolojik olarak değerlendirirsek, TSK'nın tasfiyesini başlatan asıl konu 1 Mart tezkeresiydi.
3 Mart 2003’te Robert Pearson'ın ABD Dışişlerine gönderdiği telgrafta tezkerenin reddinin sebepleri şöyle sıralanıyor:
  • Laik Türk Devleti’nin, ABD hükümetinin Irak’taki niyetlerine ilişkin korkuları 
  • İslami eğilimli AKP’yi dizüstü çöktürme niyetindeki güçlü istek 
  • AKP’nin iç dinamikleri, parti içi rekabet ve acemilik.
Wikileaks belgelerinde İlker Başbuğ'un Kürt meselesine yaklaşımı çok dikkat çekiciydi:

"Başbuğ, hiç sorulmadan, Türk hükümetinin azınlık haklarında AB bağlantılı reform çabasını kendiliğinden gündeme getirdi. Son iki üç yıldır, parlamentonun “kültürel haklar”ı garanti eden birçok yasayı geçirdiğini söyledi. Yapılan değişiklikler önemliydi ve geçirilen yasalara bir itirazı yoktu. “Artık yapılacak ya da talep edilecek bir şey kalmadı” diye görüşünü açıkladı. Ne var ki, AB daha fazlasını talep etmeyi sürdürüyordu. Uygulamanın daha sıkı takip edilmesini isteyip duruyorlar. “Bununla neyi kastediyorlar? Yeterli olmayan ne” diye sordu.

Leyla Zana’nın cezaevinden salıverilmesinden sonra bölgeyi turladığını belirterek, Türkiye’nin güneydoğusundaki olayların “hukuku aştığını” söyledi. Zana’nın siyasi faaliyetlerde bulunurken Kürtçe konuştuğunu, bunun da Siyasi Partiler Yasası’nın açık bir ihlali olduğunu bildirdi. 7 eylülde, Diyarbakır Belediye Başkanı’nın AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri (Günter) Verheugen’e, AB’nin gerekliliklerini karşılamak için, yasanın bu hükmünün (siyasi faaliyette Türkçe dışında bir dil kullanma yasağı kastediliyor) değiştirilmesinin gerekip gerekmeyeceğini sorduğu bildiriliyordu. Belediye Başkanı’nın bu soruyu sormuş olması da, Zana’nın kendi şehrinde olduğu bir esnada, bunun asılnda bir ihlal olduğunu anladığını göstermekteydi.

Son olarak, Başbuğ, Zana’nın hapisteki PKK/Kongra-Gel lideri Abdullah Öcalan’a “Siyasi, toplumsal ve kültürel haklarımızı AB üyeliği yoluyla alacağız” diyen bir mektup yazdığını kaydetti. "Eğer AB, Zana’nın destekçilerinin hedeflerine ulaşması için bir araçsa, daha fazla ne istiyorlar" diye sordu. 7 eylülde Güneydoğu’da güvenlik güçlerinin iki mensubunun öldürüldüğünü söyledi. Yarın bir başkası daha hayatını kaybedebilirdi. Bu insanların hayatlarını riske atmalarını niçin istiyoruz, diye sordu. (YORUM: Başbuğ’un buradaki iması, Zana’nın ve onun yandaşlarının AB’yi, Türkiye’yi bölmek için bir araç olarak gördüğüydü.) Başbuğ, “Daha fazla verecek bir şeyimiz yok ve biz gereğinden fazlasını verdik” dedi."
(ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın 10 Eylül 2004’te kaleme aldığı “Büyükelçi ile Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ, Kıbrıs’ı, AB Reformlarını ve İkili İlişkileri Tartışıyor” başlıklı ve “GİZLİ” ibareli telgraf, Wikileaks belgeleri)

Ergenekon operasyonları neyin savaşı?
  • 2007'de Ümraniye davası ile Ergenekon'un temelleri atılıyor...
  • ABD'li yetkililere göre "ikili oynayan" Büyükanıt, 4 Mayıs 2007'de Dolmabahçe'de Türk-Amerikan savaşındaki tarafını açıkça seçiyordu.
  • 2008'de Ergenekon operasyonları/gözaltılar/tutuklamalar başlıyor...
  • 4 Mart 2008'de Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ ile Anayasa Mahkemesi Başkanı Osman Paksüt arasında görüşme gerçekleşiyor (Daha sonra bu görüşme kapatma davası ile ilişkilendirilmiştir)
  • 14 Mart 2008'de AKP'ye kapatma davası açılıyor...
  • 21 Mart 2008'de İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve Kemal Alemdaroğlu'nun da aralarında bulunduğu 14 kişi Ergenekon operasyonu kapsamında gözaltına alınıyor. 
  • 1 Temmuz 2008'de ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı’nın kaleme aldığı ve büyükelçi Wilson tarafından onaylandıktan sonra ABD’ye gönderilen raporda 21 Mart'taki Ergenekon dalgasından bir hafta önce Emniyet’ten bir yönetici ABD büyükelçiliğinin Federal Soruşturma Bürosu’nu ziyaret ediyor ve "AKP’nin kapatılması meselesinin konuşulduğuna" inandıkları "Başbuğ-Paksüt görüşmesine misilleme olarak bir operasyon düzenleyeceklerini" söylüyor.
  • 1 Temmuz 2008'de Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Hasan Atilla Uğur, Mustafa Balbay gibi bir çok isim Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanıyor.
Ergenekon "uzmanı" gazetecilerin itirafları

Şimdi 2009 yılından 3 köşe yazarının birer gün aralıklarla kaleme aldıkları yazılardan kesitler sunacağım. Altı çizili yerlere yoğunlaşabilirsiniz...
"Ergenekon sadece bizim sorunumuz değil. Türkiye ile ilişkide olan neredeyse tüm ülkeleri ilgilendiriyor; özellikle de Türkiye'nin dış politikasında stratejik bir yön değişikliğinden olumlu veya olumsuz etkilenebilecek ülkeleri. 
Ergenekon, devlet içinde bulunan resmî bir yapının deformasyona uğramış hali. Kökleri de belli: Özel Harp Dairesi. Türkiye'nin NATO'ya girmesinden sonra Avrupa'daki birçok NATO ülkesinde olduğu gibi bizde de örgütlendi. Mali kaynakları ve teçhizatı NATO'dan sağlandı. Amaç, Soğuk Savaş döneminde ülkenin muhtemel bir Sovyet işgaline uğraması veya komünist bir ihtilale maruz kalması durumunda 'sivil direniş'i örgütlemekti.

Barış zamanında 'uyuması' öngörülen bu örgütler boş durmadılar. Siyasete, şiddete ve maddi çıkar kavgalarına bulaştılar. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle de NATO'nun suça karışmış bu örgütlere daha fazla ihtiyacı kalmayınca tasfiye edildiler.
Benzer bir süreç şimdi de Türkiye'de yaşanıyor. Amacı dışına çıkan ve 'Rusçu' bir kliğin kontrolüne giren Türk Gladio'su artık korunup kollanmıyor. Nedeni açık: Gürcistan ve doğalgaz krizlerinde iyice görülen Rusya-Batı gerginliği Türkiye'yi yeniden vazgeçilmez bir 'cephe' ülke konumuna getiriyor. 
Peki, böyle bir ülkede elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rusya yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı 'Rusçu' bir kliğin eline geçmesine seyirci kalınır mı? 
Malzeme elde, Rusçu ekip güçlenmiş; NATO'nun ikinci büyük ordusu, 'ABD ve AB ile işbirliğini bırakıp Rusya ve İran'la ittifak kuralım.' diyen bir MGK Genel Sekreteri çıkarmış. Son dalgada gözaltına alınanlardan Tuncer Kılınç'ın, bu 'stratejik ufkunu' ilan etmesinin ardından 7 yıl geçmiş. Bu düzeydeki bir askerin böylesine derin bir 'stratejik yeniden yapılanma' yolu gösterdikten sonra makamında kös kös oturmuş olabileceğini kimse düşünmüyordur herhalde. Kılınç, 'stratejik vizyon'unu pratiğe dönüştürmek için birtakım çalışmalara girişmiş olmalı. 
Dahası, Ergenekon'dan yargılananlardan Şener Eruygur bu ülkede Jandarma Genel Komutanı olmuş, yine Ergenekon sanıklarından Hurşit Tolon 1. Ordu Komutanı olarak Genelkurmay Başkanlığı'na giden yolun en başına kadar gelmiş. NATO'yu Türkiye için en büyük tehlike ilan edip, bir NATO ordusunun bu kadar tepesine çıkmış bir grubun varlığı şaka değil, bütün Batı ittifakı mensuplarının 'kaygıyla' izleyeceği ciddi bir durum.  
Üstelik bu klik, sadece ordu içinde yükselmeye değil, Özden Örnek günlüklerinden anlaşıldığı gibi fiilî bir darbeyle yönetime el koymaya çalışmış. Ama başaramamışlar; 'Rusçu' bir darbeye vize verilmemiş!  
Bunlardan, Ergenekon soruşturmasında ABD/NATO parmağı olduğu sonucu çıkmaz. Tasfiyeyi yargı yapıyor, ama dikkat; tasfiye edilen Ergenekon resmî bir kurumun uzantısı. Dolayısıyla bu örgütün arkaplanında bulunan güçlerin tasfiye işlemine yönelik tutumu önemli. Nedir bu tutum? Sessizlik; ordunun ve ordu üzerinden ABD/NATO'nun sessizliği."

....
(İhsan Dağı, Zaman, 13 Ocak 2009)

//////////////////////////////////////////////////////////////////////////////
"On üç yıl Washington’da gazetecilik yaptım. Bu yıllar bana, ABD’nin Türk ordusuyla arasındaki ilişkinin kalıcı biçimde yıpranmasını asla istemeyeceğini öğretti. Bununla beraber Amerikan siyasetinin ve ordusunun Türkiye’yi iyi tanıyan mensuplarının, TSK’nın soğuk Savaş sonrasındaki performansına kuşkuyla baktıklarına da birçok kez tanık oldum. 
Türk ordusunun Washington’da, ‘gitgide Batı’dan kopan, bazı unsurlarıyla Rusya’nın etki alanına giren, AB sürecini baltalamaya çalışan, Kıbrıs’ta çözümü engelleyen, demokratikleşmeyi içine sindiremeyen, 1920’lerin zihniyetine tutsak, küreselleşmeden de Türkiye’nin küreselleşmesiyle uyumlu değişimlerden de, giderek Türkiye toplumundan da kopuk’ bir kurum olarak algılanmaya başladığını gözlemledim. 
Yukarıda aktardığım gözlemin yol açabileceği kestirmeci yorumların farkındayım. Ama bu gözlemden, Ergenekon soruşturmasında ABD parmağı olduğu sonucu çıkmaz. 
Doğru teşhis, İhsan Dağı’nın da yazdığı gibi, TSK’nın üst kademesinin Ergenekon soruşturmasına engel olmayarak kendini Batı ittifakı içinde yeniden konumlandırmaya çalıştığıdır."
(Yasemin Çongar, Taraf gazetesi, 14 Ocak 2009)

//////////////////////////////////////////////////////////////////////////////
"NATO kurulduğunda Sovyet’lere karşı en vurucu ölüm makinesi, Soğuk Savaş’ın en keskin kılıcıydı...
Sovyet’lerin çökmesi ardından nitelik değiştirdi...
NATO 1949 yılında kurulmuştu... Soğuk Savaş’ın ‘İleri Karakolu’ konumundaki Türkiye ise 1952 yılında, Yunanistan, İspanya ve Batı Almanya’dan çok önce üye oldu...
Nitelik değişimin en şaşırtıcı virajı ise 1998 yılında, NATO ellinci kuruluş yılını kutlarken yaşandı... Örgüt, ‘demokrasiyi korumayı’ da temel hedefi haline getirdi... Kendi halkına eziyet eden Miloseviç’in ülkenin ‘hükümdarlık’ hakkına pabuç bırakılmadan NATO tarafından devrilmesi bu açıdan bir milattır...
* * *
Ankara’daki ‘askeri cumhuriyet’ ise demokrasiden, demokratikleşmeden haz etmiyordu... 
Soğuk Savaş tamtamları ve anti-komünizm şartlanması, bir de tek parti zihniyetiyle sarmalanınca yeniliğe, dönüşüme, değişime karşı delinmesi zor bir zırh oluşturmuştu...
AB süreci bunu iyice zorlamaya başlayınca, demokrasi korkusu batı karşıtı yeni ittifaklar aramayı bile gündeme getirdi...
Batı’yı boşlayarak NATO’dan ayrılmak, bölgedeki diktatörlüklerle, hatta din devletleriyle yeni ittifaklara gitmek üst düzey askerler tarafından dillendirilir oldu... 
‘Batılı modernleşme’ ile övünen askerlerin kimileri, demokrasi korkusuyla tam zıt bir yöne hamle etmeye hazırdı...
* * *
Ergenekon Terör Örgütü sadece içeride bir darbe girişimi değil...
Türkiye’yi ‘Batı’daki demokrasi ittifakından’ koparma girişimi... AB’den tutun da, kimlik değiştiren NATO’ya karşı beliren ani alerji bundan... Şimdi, anlaşılan, içerde ve dışarıda, hedef alınan irade harekete geçti... 
Halk iradesi, demokrasi ve batı medeniyeti koalisyonu Ergenekon’u ortaklaşa teşrih masasına yatırmak istiyor...
Özetle NATO askeriye üzerinden tekrar geri dönüyor denilebilir..."
(Mehmet Altan, Star gazetesi, 15 Ocak 2009)

Özetle Mehmet Altan, İhsan Dağı ve Yasemin Çongar şunu diyor; TSK ve Ergenekoncular(!) batıdan ve NATO'dan uzaklaşıp Avrasyacı olmuşlar, Rusya ve İran'la yaklaşmaya başlamışlar, demokrasiye(!) savaş açmışlar.

Bundan alâ Ergenekon itirafı mı olur?

Bugün Suriye'yi alaşağı etmek isteyen küresel güçlerin yanında kim var? AKP; yani Atlantikçiler.
Suriye'deki kanlı oyunun karşısında duran kim var? Rusya ve İran... Türkiye'de ise muhalefet partileri ve Ergenekon tutukluları; yani Milliyetçiler ve Avrasyacılar.

Dipnot ve saptamalar:
* Ortadoğu'nun geleceği, ezilen ve hedefe konulan devletlerin halklarının, güçlerini birleştirip birleştirmemesine bağlıdır. İlk adım, Türkiye'nin 1 Mart tezkeresindeki iradesini yeniden ortaya koyup BOP Eşbaşkanlığı görevinden istifa etmesi ile başlamalıdır.

*Eğer Ergenekon diye bir örgüt gerçekten varolsaydı, bugün devlet İmralı'yla değil, Silivri ile müzakere ediyor olurdu.