cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cemaat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2014 Perşembe

Perinçek - Aydınlık - Ulusal Kanal, Erdoğancı mı oldu?

17-25 Aralık süreci ile birlikte, Türkiye'de yeni bir muhalif türü ortaya çıktı. Bunlar, AKP iktidarının baskılarından ve politikalarından sıkılıp, kendi ideolojilerini/dünya görüşlerini bir kenara bırakıp, düşman gördüğü her kesim ile AKP'ye karşı ittifak kurabilecek noktaya geldiler.

Hatta öyle ki, Erdoğan yarın Amerikan karşıtı olsa, "NATO'dan çıkacağız" dese, Amerikancı olacak solcular/Atatürkçüler var.

Kim bunlar?

Y-CHP, bir takım Atatürkçü geçinenler, Fethullahçılar, liberaller, başıboş solcular.

"Atatürk'ün partisi" ünvanı ile %25'i garantileyen CHP'nin yeni yönetimi, Atatürk'ü reddetme noktasına gelmiş, Fethullahçılarla kolkola, NATO-ABD-AB şeytan üçgeninden bir adım dışarı çıkmıyor.
Atatürkçü geçinenler, Kılıçdaroğlu ve ekibinin tüm politikalarına rağmen hala CHP'nin izinde, AKP'ye karşı tüm gruplarla destek halinde; Kürt milliyetçileri dahil.
Başıboş solcular, elle tutulur pratiği olmayan söylemler ve eylemler içinde; salt söylem ve salt anarşizm.

Ve hepsi kolkola girip, Aydınlıkçıları suçluyor bugün;
"Aydınlıkçılar yandaş oldu!"
"Perinçek-Tayyip ittifakı"
"Ulusal Kanal, haberlerde Tayyip'i övüyor!"

Sebep ne peki?

Aydınlıkçıların, Cemaat'i 17-25 Aralık operasyonu ile kahramanlaştırılması tezgahına düşmemesi. Devletin, F-Tipi Çete'nin popüler söylem ile "inine girmesine" destek vermesi. Cemaat bu yüzden rahatsız Perinçek ve ekibinden. Avucuna aldıkları sahte muhalefet CHP-MHP ve türevi parti yönetimlerinin dışında gerçek muhalefet yapan bir parti, televizyon kanalı görmek istemiyorlar.

Erdoğan'la hiç yoktan 10 yıllık bir kavgamız var muhalifler olarak. Ancak bizler, muhalefet etmek için muhalif olamayız, bir görüşümüz, duruşumuz var. Erdoğan'ın bugün her ne sebeple olursa olsun ABD ve AB ile kırılmalar yaşaması, Rusya'ya yönelmeye çalışması takdire şayan. Meclis içindeki hiçbir parti böyle bir göreve talip değil. Ne CHP ne MHP, Türkiye'yi Atlantik cephesinden koparmayı hedeflemiyor. Düşündürücü değil mi?

Bu yüzden Avrasya'ya yanaşma konusunda Erdoğan'ı destekliyorum. Bu Erdoğan'la mücadelemizin devam etmeyeceği anlamı taşımaz. Ancak adaletli olup, doğrusuna doğru, yanlışına yanlış demek önce karakterimizin göstergesi ve insani görevimiz. Ve eleştirimiz sadece Erdoğan ve AKP'ye olursa, muhalefetin kendini düzeltme iradesi göstermesi imkansızlaşır.

Sadece hükümete muhalif olarak ortaya çıkan sonuç ortada;
Şeyh Saidçi, Seyit Rızacı, Amerikancı Y-CHP ve lideri "Atatürk'ün CHP'si değiliz" diyen Kılıçdaroğlu.

Bu mu iktidara alternatifiniz?

11 Nisan 2014 Cuma

Doğu Perinçek; Cemaat ve Genel Af konuları

Son günlerin en çok konuşulan isimlerinden biri Doğu Perinçek...

Malum, Cemaat medyasının her zaman hedefindeydi, şimdi ise yaptığı açıklamalar ile "muhaliflerin" de hedefine kondu. AKP'liler oldum olası sevmiyor zaten. Vurun abalıya...

Adam ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranamıyor...

Peki nedir insanları hiddetlendiren?

Perinçek, F-Tipi ile mücadele konusunda "Tayyip Erdoğan'ı destekleriz" demiş. Vay efendim nasıl dermiş! Ne demesini bekliyordunuz? Fethullahçı çeteyi Türkiye'de deşifre eden ilk isimlerdendir Doğu Perinçek. Gladyo nitelendirmesini o yapmıştır. Çete sözcüğünü ilk kullananlardan biri de o olmuştur. Türkiye yıllar sonra aynı noktaya gelmiştir.

Bugünün tatlısu muhaliflerinin hoşuna gitse de gitmese de Cemaatle mücadele konusunda herkese destek verilmeli. Kim olduğunun hiç önemi yok.

Siyasi mücadelesini/savaşını sistemle değil de sistemin bir unsuru/enstrümanı olan Erdoğan ile yapmak isteyen bunu yaparken de sistemin kendisi ile hesaplaşmayı esgeçen "muhalif" kusura bakmayın ama "küçük adam"dır.

Gülen Cemaati, Türkiye'deki en büyük iç tehdit unsurudur. Yok edilmesi kaçınılmazdır. Bunun kimin elinden geldiği bizi sadece tespit yaparken ilgilendirir, yoksa Erdoğan'ı kaderi, kendisini sistemin içerisindeyken sistemle çatışmaya ittiği için bundan alınıp/gücenip, "desteklememek" tam bir Y-CHP kafasıdır.

GENEL AF KONUSU

Perinçek'in 5N1K'da dile getirdiği "Genel af" söylemi de çok tartışıldı, özellikle milliyetçi cepheden çok tepki gördü. Bu tepkilere kızmıyorum, duygusal tepkilere kızılmaz. Aynı zamanda Perinçek'in sunduğu genel af istemine toplum henüz hazır olmadığını da gösterir. Konuşulması/tartışılması bir kayıp değil, kazançtır. Ancak programı izleyemeyip sadece "genel af" söylemi üzerinden kılıç kuşanıp Perinçek'e savaş açmak pek ahlaki değil.

Öncelikle, Perinçek'in PKK sorununa yönelik sunduğu kalıcı çözümü beğenmiyorsak, alternatif çözüm programımız olmak zorunda.

Önce sorunun temeline inelim.

Ne diyor Perinçek?

"Şu anki çözüm süreci bir çözülme sürecidir. Güneydoğu'da özerklik ve küçük hükümetçikler kurma çalışmaları var."

Doğru mu? Doğru...

Ekliyor;

"Yapılması gereken, PKK'nın silah bırakıp örgütü lağvetmesi ve bununla birlikte bir genel af çıkarılması"

Dikkat edin, "genel af çıkaralım da sonra keyfiniz isterse silah bırakırsınız" demiyor. İki önkoşul sunuyor; Silah bırak, örgütü lağvet! Akabinde genel af çıksın.

Şimdi buna refleksif olarak tepki göstermek mümkün tabii. Tepki verenlere hak verebileceğim manevi gerekçelerim de var. Ancak alternatif çözüm aklınıza geliyor mu? Mesela ne yapılabilir? 10 bine varan PKK'lı, yüz binlerce sempatizanı (potansiyel PKK'lı) bu topraklarda yaşıyor. Ve artık hükümet sayesinde legalite de kazanmış durumdalar. Çünkü Kürt açılımı adıyla başlayan sürecin tek muhattabı Abdullah Öcalan!

Perinçek'in bu teklifinin özeti aslında şudur; PKK'yı emperyalistlerin elinden çekip alalım, kendi içimizde bu sorunu çözelim. Bu da tabii ki toplumsal barışı ve genel affı kaçınılmaz kılıyor.

Bu kadarıyla kalmıyor. Bu meselenin başlangıcını oluşturuyor. Şöyle ki; diyelim PKK örgütü lağvetmeyi reddetti ve silahlı eylemlerden vazgeçmedi. Burada Perinçek'in ikinci planı devreye giriyor. Genel affı reddettiği için toplumsal zeminde meşruiyeti sıfıra düşecek olan PKK, savunmasız kalacak. Türkiye, yaptırım gücünü rahatça uygulayabilecek. Bunu da bölge ülkeleri ile yapacak.
Perinçek'in kafasında oluşturmuş olduğu Türkiye-Suriye-Irak-İran-Azerbaycan cephesi ile bölgede terör örgütlerine karşı ortak hareket ile çok rahatlıkla PKK yok edilebilir.

İşçi Partisi, parti programında Kürt meselesine yaklaşımını şöyle ifade etmiş durumda yıllar önce:

6. Kürt Meselesine Emperyalist Müdahaleye Son 
Türkiyemizde Kürt meselesi, demokratik hak ve özgürlükler açısından esas olarak çözülmüştür. Ülkemizde iç barışı, bütünlüğü ve kardeşliği sağlamak için esas görev, emperyalist müdahaleye karşı birleşmek ve direnmektir. 

Bu amaçla izlenecek siyasetler ve yerine getirilecek görevler şunlardır:

- Kürt kökenli yurttaşlarımızın millî bütünlüğe kazanılması ve Cumhuriyet’in devrimci kültürünün hakim kılınması,

- Bölgede kamu yatırımlarıyla herkese iş ve aş sağlanması, çok boyutlu bir kalkınmanın gerçekleştirilmesi,

- Toprak reformuyla ağalık, şeyhlik ve aşiret reisliğinin tasfiyesi, hazine topraklarının ve mayından temizlenmiş arazilerin yoksul köylüye dağıtılması, 

- Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadele,

- Irak’taki işgalci güçlerin çekilmesi ve Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması,

- Suriye, İran, Irak, Azerbaycan ve KKTC ile bölgesel ittifak.

Bu gerçekleri ve sorunun bugün getirilmiş olduğu noktayı kabul ettikten sonra PKK'yı "bitirmek" için önünüzde 3 seçenek kalıyor.

1. Hükümetin şu anda yürüttüğü "kanı durdurup, özerkliği ve bölünmeyi kabul etme" süreci.
2. İç savaşı da göze alarak toplu kıyımlar yapmak yani devlet eli ile savaşa yönelmek.
3. Perinçek'in sunduğu PKK'nın lağvedilip, genel afla toplumsal barış zemininin yaratılması.

1'inci seçeneğin hatalı olduğunu hep beraber gördük. 2'nci seçeneğin uygulanabilir yanının düşük olduğunu, insani olmadığını, sorunu daha büyük hale getireceğini söylememe gerek yok herhalde.
Geriye ne kalıyor? 3'üncü seçenek.
Bu seçeneğin de bazı siyasi zaaflar yaratma ihtimali var tabii ki. Genel afla her şey bitmiyor, siyasal mücadeleleri bölücülük üzerinden devam ederse elbette devlet buna bir "dur" diyecektir. Bu da karşı tarafı yine perçinleyecektir.

Varsa aklınıza gelen gerçekçi bir çözüm yolu, buyrun söz sizde. Ama sırf klavye başında tatlısu milliyetçiliği yapmak adına sivri çıkışlar yapacaksanız hiç gereği yok, kendinizi yıpratmayın.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Erdoğan'dan Gül'e tuzak! Konu: İnternet yasası

İnternet yasası konusunun ne kadar antidemokratik olduğundan, hukuka uygun hiçbir yanının olmadığından, faşizmin günümüzdeki karşılığını olduğundan bahsetmeye gerek yok sanırım; o yüzden asıl meseleye geleyim.

3 dönem kuralı yüzünden Başbakanlığa veda edecek ve bir dönemlik 'gölge Başbakanlık' sistemine geçmek isteyen Erdoğan, bunu gerçekleştirmek için Abdullah Gül'ü devre dışı bırakmak istiyor.

Dershane konusu neyse, internet yasası konusu da odur.

Seçim öncesi Cemaat'in saldırısına maruz kalacağını farkeden Erdoğan, nasıl dershane üzerinden kavga başlatıp AKP kitlesi ile Cemaat arasında bir kırılma yaratıp savaş için cepheleri ayırdıysa, internet yasası üzerinden de Gül'e tuzak kurmuştur.

Abdullah Gül, Cemaat'in yarattığı kaosun büyümesini bekliyordu, Erdoğan'ın internet yasası hamlesi Gül'ü "pusuda bekleyen" pasif izleyici pozisyonundan aktif pozisyona çekti. Kaostan yararlanıp bir kurtarıcı gibi sahaya çıkmayı planlayan Gül'ün önünde artık 2 seçenek var.

1. AKP kitlesinden kopmama adına yasayı imzalayıp, meydana inmek için doğru zamanı beklemek.
2. Yasayı veto edip, hem dünyada hem Türkiye'de Erdoğan'ın otoriterleşmesinden sıkılanlara göz kırpmak.

Yasayı veto ederse, AKP içerisinde Gül üzerinden zaten başlamış olan bir ayrışma daha da tartışılır hale gelecektir. Muhtemelen bu seçmene de bir süre sonra yansımaya başlayacaktır.

TBB Başkanı Metin Feyzioğlu, Gül-Erdoğan kavgasının geldiği boyutu fark edip, internet yasası ile ilgili verdiği her demecin sonuna bir cümle ekliyor; "Veto yoksa, oy da yok!"

Türkiye'nin dışında gerek AB'den, gerek ABD'den de ince mesajlar veriliyor.

Alan Makovsky ve Michael Werz Gül'e en net mesajı veren isimler.

Makovsyk: ‘’..Eğer Gül, özgürlükler adına çok problemli olan, adeta Ortadoğu otoriter rejimlerini andıran bu internet sansürü yasa teklifinin altına imza atarsa, Washington, Gül'ün de Erdoğan’dan farklı olmadığı kanaatine varacak ve kendisine olan umudunu da kaybedecek. Onun için, Washington bakımından, bu karar çok önemli- kader kararı bile diyebiliriz... ’’

Michael Werz: ‘’Cumhurbaşkanı Gül, bir zamandır gidişattan rahatsız olduğu yönde bazı sinyaller vermişti. Washington’da yasayı imzalamayacağı yönünde yüksek bir beklenti var.
‘’..Gül’ün oldukça farklı yelpazelere sahip olan Türk toplumunu temsil etmesinden dolayı, bu yasayı imzaladığı takdirde, yasaya karşı çıkan birçok çevrenin taleplerini dikkate almadığını göstermiş olacak. İkinci olarak da Türkiye’nin marka ismi ciddi bir zarara uğrayacak. Bunların yanısıra, eğer Gül bu yasayı imzalarsa, partiden ayrılan çok az sayıdaki bazı milletvekilleri hariç, kendisi de dahil olmak üzere herkesin AKP’nin parti çizgisinde sıralandıklarını göstermiş olacak...’’ 
‘’Zaman, demokrasi mi yoksa parti çizgisinin mi daha önemli olduğunu gösterme zamanı.’’

Alan Makovsky, 97'de ABD Savunma Başdanışmanı iken "Erbakan ile nasıl mücadele edilmeli?" başlıklı bir makale hazırlayan adam. Şu an Erbakan, 28 Şubat'la ilgili konuşurken kendisinin adını çok zikretmiştir.
Bir diğer ilginç bilgi ise, Kılıçdaroğlu'nun son ABD ziyaretinde bu isimle de görüşme yapmış olmasıdır.

Michael Werz ise Center for American Progress’in Türkiye uzmanı. Uzun süre AKP politikaları fazlaca övmüşlüğü vardır. Özellikle "Kürt meselesi"nde.

Eminim ki Abdullah Gül, hiçbir yasa için bu kadar kararsız kalmamıştır. Gül'ün önünde 10 küsür gün var. Benim tahminim Gül'ün yasayı veto edeceği yönünde.

Bakalım Abdullah Gül yol ayrımına hazır mı?

16 Ocak 2014 Perşembe

AKP-Cemaat çatışmasında konuşulmayanlar / Güçler savaşı!

Gerek siyasette, gerekse medyada Cemaat-AKP kavgası çok sığ bir seviyede ilerliyor. Ayda 20-30 bin TL maaş alan gazeteciler sığ sularda boğuladursun, biz meselenin derinliklerine girelim.

AKP-Cemaat kavgasından bahsedip Gül'den bahsetmemek, Erdoğan'ın eski danışmanı Cüneyt Zapsu'dan bahsetmemek, AKP'lilerin çocuklarından bahsetmemek olmaz.

Savaşın nasıl başladığını az çok herkes yazdı. Mavi Marmara kırılması, "Hakan Fidan'ı alma" çabası, Oslo sızdırması vs. vs.

Bunları bildiğinize göre, bilmediklerinize geçelim.

1. BU SAVAŞ KİMİN SAVAŞI?

Cemaat-AKP kavgasında Erdoğan'ın sürekli seslendirdiği dış güçler falan doğrudan etkili değil. Dışa göbekten bağlı iç mihrakların kendi içerisindeki güç savaşıdır bu savaş. Ancak Cemaat, dış mihraklar açısından uygun zamanı yakalamıştır. Suriye'de çuvallayıp ABD'nin verdiği görevi yerine getiremeyen, Gezi ile demokrat maskesi düşen, Avrupa'da hem anti demokratik uygulamaları hem de Suriye'deki terör destekçiliği yüzünden karizması çizilmiş bir iktidarın dış desteği ortadan kalkmıştır. Bu sadece Amerika ve Avrupa ile alakalı değil. İran, Irak, Suriye ve Rusya da Erdoğan'dan rahatsız. AKP dış politikada kaybetti, iç politikada kısa vadeli kazançlar elde etmesi hiçbir şey ifade etmez. Cemaat bunu kendisi için fırsata çevirmeyi amaçlamıştır ve başarılı olacaktır.

Erdoğan köşeye sıkışmıştır. Öyle ki, Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarına sarılacak noktaya gelmiştir. Öcalan'dan ve KCK'dan bulduğu desteği ulusalcılardan da beklemektedir. Çünkü Cemaat'e karşı tek başına galip gelmesinin mümkün olmadığını biliyor. Fakat tutsak haline getirilen Türk ordusu ve Türk aydınları bu tuzağa düşmemektedir ve düşmeyecektir.

Mısır'da darbecilerin kaybedeceğine, İhvan'ın kazanacağına inandırılan kitleler şimdi de AKP-Cemaat savaşında AKP'nin kazanacağına inandırılıyor. Mümkün değil, hayal kurmayın. Ancak Mısır'da AKP'nin klonu olan Müslüman Kardeşler'i nasıl "erken seçime gitmeyin", "darbeye direnin" sözleri ile gaza getirip katlettiren Erdoğan ve MİT, Türkiye'de de aynısını yapmayı göze alacak noktadadır. Bu ciddi bir tehdittir. Kitle benzerdir, şartlar benzerdir.

Ve bir başka nokta da, artık Erdoğan gidene kadar darbe dahil tüm seçeneklerin masada olduğu gerçeğidir.

2. ZAPSU-EL KADI-GÜL-GÜLEN

AKP'yi "dünyaya açan" ve "sermayeyle kucaklaştıran" en önemli isimlerden biri Başbakan'ın eski Danışmanı Cüneyd Zapsu'dur. Yani Washington'da Erdoğan için "Onu kullanın, deliğe süpürmeyin" diyen isim.

Erdoğan'ı Erdoğan yapan da Zapsu'dur.

AKP'nin Cemaatle işbirliğinde de Cüneyt Zapsu'nun büyük payı vardı.

Zapsu'nun marketler zinciri A-101 şu sıralar Zaman'a reklam veriyor. Zamanlama manidar.




Zapsu, AKP'de uzun dönem görev üstlenmiş hatta bir nevi kendi oligarşisini yaratmış, kimseye sormadan partide alternatif güç haline gelmiş, bu yüzden Gül ve Arınç tarafından istenmeyen adam ilan edilmişti. Erdoğan sahip çıkmaya çalışsa da baskılara dayanamamıştı. Zapsu daha sonra istifa etti, ticari faaliyetlerine devam etti.

Zapsu'yla ilgili bir kaç detay paylaşayım.

Zapsu'nun eski ortaklarından biri Yasin El Kadı.

Son günlerde takip ettiğiniz üzere RTE'nin ve oğlu Bilal'in de Yasin El Kadı ile ilişkileri gayet sıkı, ticari faaliyetler içindeler.

Yasin El Kadı ile Erdoğan'ı tanıştıran isim de Zapsu'dur.

Zapsu'yu "danışmanlık" gibi bir görev yapmış olmasından dolayı küçümsemeyin. Eğer geçmişine bakarsanız, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

TÜSİAD yıllarında Zapsu bir "yıldız" gibiydi. Ama hani Erdoğan'ın bahsettiği "BOP'ta Diyarbakır bir yıldız olabilir" düşüncesi vardı ya, hah işte tam öyle bir yıldız.

Erdoğan Refah Partisi İstanbul İl Başkanı'yken Zapsu TÜSİAD üyesiydi. Erdoğan araya aracı sokup, Zapsu ile görüşme isteğini iletmiş, Zapsu "O da kim?" cevabını vermişti. RP'de görevli olduğunu öğrenince de "nezaketen" davet etmiş ve Erdoğan'la görüşmüştü. Bu görüşme AKP'nin kuruluş yıllarında meyvelerini verecekti.

Zapsu'nun ilişkileri inanılmaz. Bu kişisel "başarısı" değil elbette. "Zapsu ailesinin" başarısı.

Zapsu'nun ABD Savunma Bakanı Yardımcılığı yapan Paul Wolfowitz'le "kanka gibi" olmasının sebebi de budur. Wolfowitz; Erdoğan'ın şu meşhur mektubu yolladığı kişi. Hani Erdoğan iktidar olduğu halde kendi ülkesinin Genelkurmay Başkanı Özkök ile görüşemeyip, aracı vasıtasıyla görüşme ayarlamıştı ya... İşte o aracı, Zapsu'nun çok yakın dostu Wolfowitz'di.

Zapsu'nun başarısına dayanarak partide kurduğu oligarşiden rahatsız olan partinin ağabeyleri, Zapsu'nun kellesini istedi. Zapsu'nun PKK ilişkilerinden kaynaklı parti içerisindeki milliyetçi kanadı zaten rahatsız ediyordu. Yoğun eleştirilerin yanısıra Zapsu'nun eşinin erkeklerle Cuma namazı kılması, Erdoğan'ı Zapsu'yu savunmayı bırakan bir noktaya çekti. Zapsu'yu bir anlamda "deviren" Abdullah Gül ve Bülent Arınç, başına bir bela aldı; Yalçın Akdoğan.

3. AKP'DEKİ OLİGARŞİK YAPILAR VE ABDULLAH GÜL FAKTÖRÜ

Bugüne geldiğimizde Yalçın Akdoğan da kendi oligarşisini yarattı.

Arınç-Erdoğan krizlerinin arkasında, Yalçın Akdoğan yatar. Uzunca bir dönem her hafta en az 1 kez Bülent Arınç'la görüşüp fikir alışverişi yapan Akdoğan, kendi oligarşisini yarattıktan sonra bunu bırakmış. Arınç rahatsız olup konuyu Erdoğan'a bildirse de herhangi bir değişiklik olmamış. Hükümet sözcüsü olan Arınç'ın açıklamalarının hep havada kalması, Erdoğan tarafından yalanlanır pozisyona düşmesinin sebebi, Akdoğan faktörüdür.

Akdoğan, Erdoğan sonrası için kendine zemin hazırlıyor. Hayır, Genel Başkanlık-Başbakanlık değil. Muhtemelen Arınç'ın koltuğunda olacak. Peki Başbakan olarak kimi planlıyor dersiniz? Numan Kurtulmuş.

Evet, Numan Kurtulmuş'u AKP ile buluşturan da Yalçın Akdoğan'dır. Arınç ile Akdoğan'ı karşı karşıya getiren en büyük hamle de budur.

Erdoğan bunu keyfi kabul etmedi. Cemaat, Erdoğan'a alternatif olarak Numan Kurtulmuş'u görüyordu. Cemaate yakın isimler AKP'den edilecek, HAS Parti'de Numan Kurtulmuş'un altında birleşecek ve AKP devrilecekti. Ama görünen o ki; Numan da klasik "muhafazakar" kimliği ile "para, güç, otorite" sevgisi ile yıllarca hakaretler ettiği AKP'ye çıkarları için dahil olmayı kabul etti. Erdoğan Numan Kurtulmuş'u alternatif görüp partiye dahil ederek Başbakanlık sözü verdi. Numan Kurtulmuş Türk siyasetinde az görülecek bir yüzsüzlükle AKP'ye katıldı. Bir kaç yıl öncesine kadar AKP'ye söylediklerini unutmadınız herhalde?


Bu konuyu Arınç ile sınırlamak yanlış, işin bir de Abdullah Gül yönü var.

Gül, Erdoğan sonrası partide hakimiyet istiyor. Erdoğan'ın 3 dönem sözü aslında Gül'e verilmiş gizli bir söz gibiydi. Ta ki Akdoğan faktörü işin içine girene kadar. Gül, Numan Kurtulmuş hamlesinin intikamını alacağı günü bekliyor.

Dikkat edin, Gülen-Erdoğan çatışmasında etrafa kıvılcımlar saçılıyorken, "darbe" ve "örgüt" söylemleri dillerden düşmüyorken Abdullah Gül hiç o toplara girmiyor! Çünkü Numan'ı elinden kaptıran Cemaat'in kendisini desteklemeye mecbur kalacağını biliyor.

AKP içerisinde 15-20 vekil, cemaatçi ya da cemaate hoşgörü ile baktığı için rahatsızlık duyuyor. Erdoğan bunların farkında ve her birini teker teker partiden ihraç ederek kurtulmak istiyor. Cemaat ise "toplu istifa" hamlesi için uygun zamanı bekliyor.

Ancak parti içerisindeki asıl gruplaşma Gül etrafında. Gül'e yakın 40-50'ye yakın vekil olduğu biliniyor. Bunların içerisinde hem politik Gül'cüler hem de son dönemde yaşanan hukuksuzluklardan rahatsız olan yeni Gül'cüler de dahil. Ve işin şaşırtmayacak yanı, artık Cemaatçi vekiller de bu gruba dahil sayılabilir.

AKP-Cemaat kavgası durulmaz. Aksine, şiddetlenerek devam eder. Seçim sonuçları çok önemli. AKP'nin İstanbul'u kaybetmesi ya da 1-2 puan farkla kazanması bile Abdullah Gül'ün beklediği an olacaktır. Devletin kendi içerisinde çatışma ortamında olması, "barışçı" Gül'e kapı aralayacaktır. Gül, krizi fırsata çevirmek üzere sahneye çıkacaktır.

Burada önümüze iki seçenek çıkıyor.

Köşeye sıkışan Erdoğan ya Numan Kurtulmuş'tan vazgeçip partiyi Gül'e teslim edecek, ya da Cumhurbaşkanlığı'nı unutacak.

Erdoğan partiyi Gül'e teslim etmek istemiyor. Numan Kurtulmuş, Başbakan için bir "kukla" olacaktı, planı buydu. "3 dönemden sonra aday olmayacağım ama partiye hizmet ederim" türevinden açıklamalar yapmasının anlamı da buydu. Genel Başkan olmadan gizli Başbakanlık yürütmek istiyor Erdoğan.

Gül'e partiyi teslim etmemesi halinde zaten çatışma ortamında ve çözülme arefesinde olan parti, Gül'cülerin istifası ve mecliste gruplaşması ile birlikte AKP'yi bölebilir.

Erdoğan, Gül'e partiyi teslim edip Cumhurbaşkanlığı'na geçmek istese Gül'le anlaşır fakat seçimden galip çıkamayabilir. Evet, artık böyle bir ihtimal söz konusu. Çünkü iki aşamalı gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçiminde son iki aday yarışacak. Yani 1. ve 2. adaylar. Bu aşamada oylama Erdoğan ve Erdoğan karşıtlarının oylaması olacaktır. Yani AKP'nin yüzde 50'nin üzerine çıkamadığı takdirde, Erdoğan Cumhurbaşkanlığı'nı kazanması zor. BDP'lilerin ya da MHP'lilerin oylarına muhtaç kalabilir. Cumhurbaşkanını belirleyecek olan da bu iki kitle olacaktır.

Yalnız bir detay var. Recep Tayyip Erdoğan gibi Abdullah Gül'ün de İsviçre Bankaları'nda gizli hesabı olduğu ve belgelerinin MİT'in elinde olduğu söylentileri var kulislerde. Erdoğan, Gül'ün önünü kesmek için belgeleri medyaya servis ettirebilir. Böyle de bir ihtimal var.

4- AKP'Lİ YENİ YETMELER VE EBEVEYNLERİNİN TETİKLEDİĞİ SAVAŞ

Fethullahçı çete, AKP'nin muktedir olmak için yıllar boyunca sarılacağı tek güçtü. Ulusalcı kanat asla AKP'yle ittifakı kabul etmezdi. Bunun için AKP, kuruluş yıllarından itibaren Cemaat'in önünü açtı. Yargıda, emniyette Cemaat'i kadrolaştırdı. Polis Meslek Yüksek Okulu sınavlarında defalarca kopya skandalları gerçekleşti. Çoğunun üstü örtüldü. Soruların "abilerin" evinde dağıtıldığı, polis olacak şakirtlerin "abilerdeyken" TC kimlik no'larının alınıp Emniyetteyken önleri açıldı/gruplaşma sağlandı.

AKP, Cemaat'le kolkola girip ulusalcıları tasfiye etti. Ergenekon davası, AKP'ye yakın gazeteci Fehmi Koru'nun söylemi ile "Erdoğan-Bush görüşmesi ile kararlaştırılmıştı" yani dış mihrakların "oluru" alınmıştı.

Ardından Balyoz, Oda TV, Askeri Casusluk davaları geldi.

Sorun yoktu...

KCK davası AKP'deki Kürtleri rahatsız eden ilk şey oldu. Ve ardından gelen Şike ve Cübbeli Ahmet davaları Cemaat'i AKP'nin kamburu haline getirdi. Muktedir olmak için Cemaat'e sığınan AKP, aslında Cemaat'i muktedir ettiğinin farkına vardı.

Ancak bunlar ana etken değil. Yani bunlar, birincil etken olan "yeni yetmelerin", Erdoğan'ı Gülen'le çatışma noktasına getiren faktörler/bahaneler.

Birincil etken, oligarşik güçlerin 3 dönem kuralından sonra partiye hakim olma isteği. Yalçın Akdoğan bunların başında geliyor ve bir grup AKP'li, kendi çocuklarını partinin geleceği olarak görüyor.

Bu AKP'liler kendi aralarında üçe ayrılıyor.

Birinci grup, Erdoğan tarafından destekleniyor. Bu grup, AKP kurucuları ve bazı vekillerin çocuklarından oluşuyor. Grubun önderliğini Ömer Bilge Albayrak ve Ayşe Böhürler'in oğlu Zeyd Böhürler yapıyor. Ö. Bilge İBB Genel Meclisi Başkanı, Zeyd ise Divan Üyesi sıfatında.

İkinci grup, Rıfat Boynukalın'ın torunu Yeni Şafak yazarı Abdurrahim Boynukalın etrafında toplanan "oldschool" diyebileceğimiz İslamcı olan, ılımlı olmayan ama Amerikancı İslam'a dahil olan grup. İHH türevi yani.

Üçüncü grup, Mehmet Ali Şahin, Bülent Arınç, Beşir Atalay, Taner Yıldız, Hüseyin Çelik ve "bazı sıradan" AKP'li vekillerin oluşturduğu grup. Milli Türk Talebe Birliği'nden gelen nesilden söz ediyorum. Yani meşruiyeti her ne kadar tartışılır olsa da bir davaya ömür adamış insanların oluşturduğu grup.

SONUÇ

Erdoğan, sadece Cemaat'le değil, AKP içerisindeki güç savaşları ile de uğraşmaktadır. Cemaat'le mücadele bahanesi ile hepsinden kurtulmak isteyecektir. Bu da karşı cepheyi birleştirir. Erdoğan köşeye sıkışmıştır. F tipi çeteyle olan mücadelesini kazanma ihtimali yok denecek kadar azdır.

Kimse Erdoğan'ın manipülasyonlarına kanmasın. "Dış güçler Türkiye'nin büyümesini istemiyor" meselesi değildir bu. Şu an "dış güçler" AKP'den desteğini çekmiştir ve AKP bu desteği geri kazanmak istiyor. Gülen de AKP'nin bu yalnızlaşmasını kendi açısından fırsata çevirmek, Türkiye AKP'ye muhtaç değil algısı yaratmaya çalışıyor. En büyük kozu hükümetin El Kaide ilişkileri ve Suriye başarısızlığı.

Önümüzde Cenevre-2 konferansı var. Suriye'de yaşananlar değerlendirilecek. İran'ın fiziki katılımı kesin değil fakat fikirlerinin orada olacağı kesin. İşin bir de Rusya yönü var. Rusya'da geçtiğimiz haftalarda Suudi istihbaratının finansörlüğünü yaptığı radikal dinci terörü, Putin'in çok kızdırdı. Hatta öyle ki intikam yemini ettiği dahi söyleniyor. Bkz: http://medyasafak.com/haber/1311/rus-istihbarati--patlamalarin-arkasinda-suudiler-var--putin-intikamda Suudi şeytanlar köşeye sıkışacak da Erdoğan sıkışmayacak mı? Mümkün değil. Diplomatik, siyasi ve ekonomik kriz kapıda.

Avrasya ve Ortadoğu'da ise, AKP'nin BOP Eşbaşkanlığı ve yıllardır uyguladığı Amerikancı politika İran-Irak-Suriye-Rusya cephesinin kabul edemeyeceği boyutlara geldi. Mısır'ı hiç söylemiyorum bile. AKP iktidarı artık Türkiye'nin sırtında kamburdur. Bir an önce Türkiye Erdoğan'dan kurtulmalıdır. Milli unsurlar devreye girip tasfiye sırasına Gülen ve Gül cephesini de eklemelidir.

Bu savaşta taraf tutma hatasına düşmeyin. Erdoğan-Gül-Gülen cemaat/mafya kıskacından ülkeyi kurtarmak temel hedefimiz olmalıdır.

Türkiye, bu üçlünün arasında geçen iktidar savaşı yüzünden kaybetmeye mahkum edilemez!


20 Aralık 2013 Cuma

Yolsuzluk operasyonu, bumerang etkisi ve Gezi

Öncelikle, yolsuzluk operasyonunun arkasında çeşitli iç ve dış bağlantılar olduğunu söyleyelim. Ancak bunlar hiçbir şekilde yolsuzluklara kör olmayı gerektirmez. Nasreddin Hoca'nın hikayesindeki gibi "Hırsızın hiç mi suçu yok?" diye sorarlar adama...

ABD güdümüne gir, BOP'a eşbaşkan ol, Suriye'yi bölmeye çalış, El Nusra'yı büyüt-besle binlerce insanı katletsinler... Sonra ABD, Suriye'de çuvalladığından dolayı Ortadoğu'daki politikalarını değiştirmek zorunda kaldığı için senden vazgeçip yolsuzluklarını ortaya dökünce meydanlara çıkıp ağla, biz de yolsuzluklarını görmezden gelelim. Hadi ya?

Yıllardır o kolkola girdiğiniz CIA-Cemaat ile yaşattığınız acıları unutacağımızı mı sanıyorsunuz?

Bumerang etkisi diyorum ben buna.

Bumerang dönünce ilkesizler kendileri ile öyle bir çelişmeye başladı ki, artık yüzlerine bakarken midem bulanıyor!

Arınç çıkmış açıklama yapıyor, "Gel denildiğinde gelebilecek insanların sabahın 5'inde evlerine baskınlar yapılarak operasyonları başlatıyorsunuz... Peşin hükümle karar vermek, basına ve internet medyasına servislerle siyaset yapmak muhalefete yakışmaz" diyor.
Hüseyin Çelik ise "Masumiyet karinesinin gözardı edilmemeli" diyor.
Başbakan ne diyor? "Kirli bir operasyon söz konusu", "Devlet içinde oluşmuş çeteler var"

Komutanlar, aydınlar, gazeteciler, akdemisyenler Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında içeri nasıl alındı unuttuk mu sandınız?

Onların masumiyet karinesi yok muydu?

Onlar gel deyince gelmiyor muydu?

Onlarla ilgili tüm iddialar hatta ispatlı iftiralar gazetelerde boy boy çıkarken neden sesiniz çıkmadı?

Zamanında her türlü imkanı sağladığınız, özel yetkilerle donattığınız, altına makam arabası çektiğiniz savcılar bugün size dokununca kötü oldu öyle mi?

Bugün çetecilikle suçladığınız savcı ve polisler Ergenekon, Balyoz, Oda TV gibi davalarda başınızın tacıydı, vatanseverdi, kahramandı. Bütün davalarını savundunuz... Şimdi sıra size "kirli operasyon yürütüyor" oldular he mi?

Önümüzdeki dönemde Erdoğan, -söylem olarak- en devrimciden daha devrimci, en antiemperyalistten daha antiemperyalist olursa şaşırmayın.

Kılıç kınından, ok yaydan çıkmıştır. Bu saatten sonra Erdoğan kendisine o koltuğu hediye edenlere boyun eğip koltuğu terk etmediği sürece Çin işkencesine maruz kalacaktır. Tasfiyeler, davayı durdurma çabaları falan hikaye. Devletin her yerine kendi eli ile sızdırdığı Cemaat militanları, Erdoğan'ın sonunu getirecektir. Yıllardır vatanseverlerle beslediği canavar, artık kendisini de yiyecektir.

Suriye'de El Kaide teröristleri tarafından katledilen insanların, tecavüz edilen kadınların, Reyhanlı'da, Gezi'de öldürülen, Van'da bu soğukta evsiz kalan çocukların ahı bu hükümetin burnundan fitil fitil gelecek...

AKP kendi ilkesizliği ile rezilliğe batmışken CHP de yıllardır sorguladığı-eleştirdiği Cemaat savcılarını savunacak noktaya gelmiş, neredeyse kahraman ilan edecek. Üzgünüm ama aynı bokun lacivertisiniz.

SONUÇ:
1. Ergenekon, Balyoz gibi davalar çökmüştür, yeniden yargılamalar bağımsız mahkemeler tarafından yapılmalıdır.
2. Türk halkı, bu iki güdümlü çeteden de kurtulmak zorundadır. AKP de Cemaat de milli güvenlik sorunudur!


GEZİ İLE BAĞ KURMA ÇABASI

Hala Gezi olayları ile bugünkü operasyonlar arasında bağlantı kuranlar var. Bugün yaşananların Gezi ile tek bağlantısı, Gezi'nin bu ittifakın çatlamasında öncülük etmesidir. Bizi, Cemaatle aranızı bozmakla suçlayacaksanız, buyrun suçlayın.

Gezi olaylarını da bu operasyonda parmağı olan aynı "odaklar" kullanmak için çaba sarfetti, bunu biz o zamanlar da yazdık zaten. Yabancı basının bu denli bu olayın üzerine düşmesinin elbette bir amacı vardı. Ama büyük ölçüde kullanamadılar. Daha doğrusu "şekillendiremediler". Bu tarz eylemlerde "piyonlaştırılan" kitlelerin eylemleri büyük destekler görür, önleri açılır. Ukrayna'ya bakarsanız bugün ne demek istediğimi anlarsınız.

Gezi eylemleri, yaratmış olduğu komün yapı/aydınlanma hareketi ile ne "dış mihrakların" ne "sermaye odaklarının" ne de "cemaatin" işine gelmedi. Çünkü tüm sınıf farklarının ortadan kalktığı, tüm sorunların "insan" odaklı çözüldüğü bir ruhtu o. Bu o ağzınızdan düşürmediğiniz "dış mihrakların" hiç işine gelmez. Çünkü onlar ayrılıklardan, bölünmelerden, kavgalardan ve kandan beslenir.
Ancak o günlerde polis şiddetini körükleyen, çevik kuvvet araçlarına girip polislere telkinde bulunan "ağabeyler" vardı. Onlara destek çıkan hükümet ve sizlerdiniz... Cemaatin tuzağına düştünüz.

Açın bakalım, bugün gırtlak gırtlağa geldiğiniz cemaat medyası o günlerde Gezi eylemleri için neler demiş? Fethullah Gülen eylemciler için "nesebi gayr-i sahih'' dememiş miydi mesela? Yani "piç" demişti. Bir yandan da Başbakanınız "marjinal örgüt" diyordu. Kolkola girmiştiniz ne güzel. "Polisimizi yedirmeyiz" diyordunuz, "Polisimiz destan yazdı" diyordunuz, profil fotoğraflarınıza Emniyet amblemleri koyuyordunuz...

Şimdi birbirinizi yiyorsunuz ve bu kavganıza bizi alet etmeye çalışıyorsunuz.
Bir diğer tarafta da Kılıçdaroğlu, Gezi eylemleri üzerinden nemalanıp CHP'yi ABD güdümüne sokmaya çalışıyor.

Yemezler beyler, boşuna çırpınmayın.

8 Ocak 2013 Salı

Balyozu kim indiriyor? / Bahçeli'den çalım / Gülen İmralı sürecine neden destek verdi?

Bu blogun amacı iç politikayı yorumlamak değildi, ancak Türkiye'de öyle şeyler oluyor ki değinmeden geçmek mümkün değil. Doğal olarak asıl değinmem gereken konulara bir türlü değinecek vakti bulamıyorum.

Balyoz davasında 1435 sayfalık gerekçeli karar geçtiğimiz gün açıklandı. Biliyorsunuz, Balyoz davasındaki sanıkların neredeyse tüm itirazları belgeler üzerineydi. Çünkü belgelerin neredeyse hepsi dijitaldi. Yani bilgisayar ortamında üretilmişti. Mahkeme de "gerekçeli karar"da buna cevap vermiş. Aslında bu bir gerekçeli karar değil, savunma metni...

Kararda en dikkat çekici bölümler şunlar:
“Tüm dijital belgelerin gerçek olduğu kanaatine varıldığı için bilirkişi heyeti oluşturulmadığı...”

"Davadaki belgelerin, Genelkurmay başkanlığı tarafından askeri birimlerde asıllarının bulunduğunun belirtilmesiyle, sanıkların aksi yöndeki savunmalarını bertaraf ederek, mahkemede tam bir kanaat oluşmuştur."

Bu Türk hukuku açısından bir utanç metni olsa gerek.

Mahkeme dijital yani teknik bir konuda nasıl kesin sonuca varıp "bilirkişi"ye gerek duymaz?

TSK'dan yapılan açıklamada, Balyoz'daki belgelerin asıllarının Genelkurmay'da olduğu iddiası yalanlandı. (Bkz.) Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz da "TSK diyorsa, doğrudur" açıklamasını yaptı. (Bkz.)

"Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça..."

Balyoz davası biliyorsunuz şu meşhur "bavulla" başlamıştı. Taraf belgeleri manşetine taşımış sonra konu yargıya intikal etmişti. Toplumda infial uyandıran o manşetlerden biri şuydu:


Taraf gazetesi çok okunmadığı için, bu iddia Taraf üzerinden tüm gazete ve televizyonlara yayıldı. Tamam normaldir, çünkü iddia çok büyük. Ama biraz insaf, biraz şeref. İddia büyük olunca manşetler atıp, iddia çürütülünce iç sayfalarda bile gösterilmemek orospu çocukluğu değil de nedir? (Cami bombalama yalanı için bkz)

Balyoz belgelerinin çürütüldüğü bir site var, sanık yakınları tarafından kurulan, onu takip ederseniz; burada tek tek çürütmek gibi bir amacım olmayacak. Adres şu : http://www.balyozdavasivegercekler.com 


4 Temmuz 1980 tarihinde Çorum'da Cuma saati sırasında hoca Ulucami'de vaaz verirken içeri giren biri, “Alaaddin Camii’ni yaktılar” diye bağırmış, bir çok camide de yine “Komünistler, Aleviler, Alaaddin Camii’ne bomba koydular!” yalanı dillendirilmişti. Camilerde bunlar olurken, Alevi mahallelerinde de "faşistler sizi öldürmeye geliyor" yaygarası kulaktan kulağa dolaştırılıyordu.
TRT’de saat başı “Çorum’da Alaaddin Camii’ne bomba atılması ve dışarıdan ateş edilmesi üzerine meydana gelen olaylarda ilk belirlemelere göre dört kişi öldü” haberi veriliyordu...

Bu haber yalandı. Amaç, "darbeyi çağırmak"tı. Bu komployu kuran yani senaryoyu yazan kişi ise CIA ajanı Alexander Peck'ti.

Kahramanmaraş, Hatay, Malatya, Çorum olaylarını unuttuğumuz için, bugün bunları bize tekrar yediriyorlar.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu şerefsiz iddiaların altında bırakılmıştır. Çünkü asıl Balyoz'u bu ülke 12 Eylül öncesi yaşadı ve ne yazık ki ders çıkaramadı..

Fatih Camii'ni bombalama senaryosu, CIA tezgahıdır!

80'de darbeye zemin hazırlarken "cami yakma, bombalama" senaryosunu dillendiren CIA, 1998'de de bugün Balyoz planı dediğimiz senaryoları devreye sokmuştu. 30-31 Mayıs 1998 tarihlerinde ABD'de Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü bir toplantı düzenledi. Hazırlanan senaryoya göre;

“Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da cuma namazında camilerde bombalar patlayacak. Ayaklanan halk, valiliklere, kaymakamlıklara yürüyecek. Polis halkın önüne geçemeyince askeri birlikler devreye girecek. Laik-anti laik, Alevi-Sünni çatışması patlak verecek. Ağırlıklı olarak Sünnilerin safına geçen polis, askeri birliklerle çatışmaya girecek. Radikal İslamcılar, ayrılıkçı Kürtlerle birleşerek orduya karşı silâhlı mücadeleye başlayacaklar. Orduda çözülmeler baş gösterecek.” 

Bu plan, yüzünü Avrasya'ya dönen ve NATO'ya diş bileyen Türk Silahlu Kuvvetleri'ne tehdit niteliğindeydi. O dönem medyaya da yansıdı üstelik... Yine bir CIA tezgahı olan "Arap Baharı" gibi bu da bir "Türk Baharı" projesiydi. Fakat AKP gibi teslimiyetçi bir iktidar başa getirilince, bu planı devreye sokmaktansa, Türkiye'yi Ortadoğu'da ABD'nin görünmez eli haline getirmek, ABD'nin daha çok işine geldi ve hazırlanan bu senaryo, Türk Ordusu'nun üzerine yıkıldı.

İbadethanelere saldırı emperyalist devletler ve onun desteklediği terör grupları haricinde kimsenin yapacağı bir şerefsizlik değil. Irak'ta Sünni-Şii kavgası, ABD destekli terör gruplarının mescid, cami ve türbe bombalamaları üzerine başlamıştır.

Öcalan'a itibar kazandırılan şu günlerde, Ergenekon ve Balyoz davaları iyice vicdanları kanatmaya başladı.

Bakın, daha önce söylediğimiz temel olarak üç şey var.

1. Ergenekon ve Balyoz davaları tamamen siyasi davalardır ve operasyon niteliği taşımaktadır.
2. Bu davalarda hedef, yüzünü Avrasya'ya dönen Türk Ordusu ve Türk halkında yükselen Anti Amerikancılık ve Ulus olma(milliyetçilik,ulusalcılık) bilincidir.
3. İlk iki maddenin devreye sokulmasının akabinde Türkiye'nin bölünme projesinin başlatılması.

Bugün kamuoyunda bu davalara 3 farklı yaklaşım var. Birincisi, davaların ve davalardaki iddiaların gerçekliğine inananlar. İkincisi, davalara inanmayanlar, komplo olduğunun farkında olanlar. Üçüncüsü ise "bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar"

Sonuç olarak, Balyoz Türk devletine ve Türk milletine iniyor. Bu yüzden herkesin artık hayatında bir kez de olsa ülke konusunda şerefli davranıp, gavatlık yapmayı bırakması gerekiyor.

Türkiye'de tüm darbelerin arkasında ABD olduğuna göre, neden ABD bağlantısı kurulmuyor ve aksine neredeyse tüm tutukluların ortak paydası Amerikan karşıtlığı? Bu sorunun cevabını kendi vicdanınıza vereceksiniz, bana ya da bir başkasına değil.

Bugün Bahçeli uzun zamandan sonra ilk kez omurgalı davrandı. Şöyle bir açıklama yaptı:

“Madem İmralı'ya ziyaret sıklaşmıştır, terörist başına gitmek kutsallaşmıştır. O imralı teröristi sizin olsun. Ben de Silivri'ye gidip terörist olmakla ve terör örgütü kurmakla suçlanan, bize göre de terörle mücadelede tarihi vazife üstlenen ve bu konuda eşsiz hizmetleri bulunan 26'nci Genelkurmay Başkanımızı ziyaret edeceğim ve onunla Allah'ın izniyle kucaklaşacağım.”

Bu açıklamayı eleştirenler var. Öcalan'la Başbuğ'u aynı cümle içinde kullanarak aslında "Genel afçı" ve kamuoyuna "Paşaları istiyorsanız Öcalan'ı verirsiniz" mesajını verenlerin ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyenler var. Kamuoyu bunu öyle okumaz... MHP, Ergenekon ve Balyoz konularında gereksiz bir şekilde sessizdi, tavır alması bu davaları milletin vicdanında daha da bitirecektir.

CHP'nin kredi verdiği bir süreçte, Devlet Bahçeli, hem AKP hem de CHP'ye yılın golünü atmıştır.


Gülen neden İmralı sürecine destek verdi? 

Günün dikkat çeken bir diğer açıklaması Fethullah Gülen'den geldi. İmralı sürecine destek veren Gülen, özetle şu iki cümleyi kurdu:

  • "Sulh hayırdır, hayır sulhtadır"
  • "Milli onur, milli gurur ayaklar altına alınmama kaydıyla, o mefkureye saygı devam ettiği müddetçe -bence- el de öpülebilir, etek de öpülebilir."

Gülen'in bu açıklaması oldukça önemli. Çünkü Gülen'in terörle müzakere değil mücadeleyi desteklediği öne sürülüyordu bugüne kadar. Cemaatin yayın organlarının da PKK'ya karşı sert tutumu bu görüşü desteklemekteydi. KCK davasını da emniyet ve yargı içinde örgütlenen cemaatin başını çektiği bir grubun yürüttüğü göz önünde bulundurulursa, cemaatin bu konudaki uzun süredir devam eden tarafı gayet açık ortadaydı. Ayrıca Oslo görüşmelerini sızdıranların da cemaatle bağlantılı istihbarat görevlileri olduğu PKK tarafından ortaya atılan bir iddiaydı. Bu iddiayı güçlendiren realite ise, Oslo görüşmelerini yürüten MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı yargılamaya çalışan gücün arkasında cemaat olmasıydı. Başbakan Özel Yetkili Savcılar için "devlet içinde devlet oldular" ve "hedef benim" sözlerini de bu yüzden dile getirmişti. Bu ülkede artık küresel güçler ve dış istihbarat haricinde sadece iki güç var; birincisi devlet ikincisi "devlet içinde devlet olmuş" cemaat. 

Peki ne oldu da Fethullah Gülen bu sürece destek verdi? Gerçekten bu kez İmralı sürecinin barışı getireceğine inandığı için mi? Bak aslanım, bak koçum, bak yavrum. Bu ülkede geçmişe yönelik hiçbir haber durduk yere gündeme getirilmez. Bak şimdi;

Tarih: 21 Aralık 2012
Konu: Bayram değil seyran değil Tayyip amca neden bir yıl önceki "böcek" konusunu açtı.

İlgili dakika 21:10


Tuhaf değil mi? Asıl tuhaf olan, bu açıklamadan sonra cemaate yakın isimlerin bu konuya yaklaşım şekliydi. Bir ülkenin Başbakanı "ben dinleniyorum" diyordu ve buna normal şartlarda balıklama atlaması gereken "demokrasi havarileri" buna inanmadığını dile getiriyordu. 

Şimdi Mehmet Baransu'nun şu sözlerini dikkatli okuyun:

"İmajını düzeltmek için olmayan böcek tartışmasını MİT başlatmış olabilir mi? Böcekleri arama yaparken MİT koymuş olabilir mi?" (Yazının tamamı için tıklayın)

Ve tabii ki Emre Uslu:

“Başbakan’ın ofisinde dinleme böcekleri bulunmuş. Medyaya yansıyan bilgilere bakılırsa bu böcekler geçen şubat ayında bulunmuş. Benim merakım şu: Acaba böcek aramasının kamera kaydı var mı? Kamera kaydı yoksa, pekâlâ o aramayı yapan kurum da olmayan böcekleri çıkarıp Erdoğan’ı maniple etmek isteyebilir. Dünya siyaset tarihi bunun yüzlerce örneğiyle dolu. Erdoğan umarım varsa o video kaydını incelemiştir. Yoksa bir başbakanı, odanda böcek bulduk deyip maniple etmek kadar kolay bir şey yoktur. Bunu dış istihbarat servisleri de yapar Başbakan’ı bir yöne kanalize etmek isteyen başka servisler de… Bu bağlamda sorulması gereken soru şu: Böceklerin çıktığı tarih ile Erdoğan’daki değişimin tarihi örtüşüyor mu? Erdoğan’da son bir yılda görülen tuhaf değişimin, giderek Ergenekoncu çizgiye doğru kayışının ofislerinde çıkan böceklerle ilişkisi olabilir mi? Varsa nasıl?”

Emniyet ve Cemaate yakın iki "derin" gazeteci neden "böcek" konusunda MİT'i suçlayıcı tavır takındı dersiniz?

Böcekler konusunda "derin devleti tamamen bitirdik diyemem" diyen Erdoğan, bu sözleri ile "devlet içinde devlet oldular" dediği Özel Yetkili Savcılar ve onların arkasındaki Cemaati mi işaret ediyordu acaba?

Peki Erdoğan, 2012 başlarında ofisinde bulunan "böceği" neden bir yıl sonra kamuoyu ile paylaşma gereksinimi duydu? 

Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi? Eheh. 

Şimdi diğer konuya gelelim müdür. Haberleri kest.
31 Aralık 2012 Milliyet gazetesi
1 Ocak 2013 Posta gazetesi
28 Aralık'ta TRT'ye katılan Erdoğan, "İmralı ile görüşülüyor" açıklamasını yapıyor, yeni "açılım"ın sinyalini veriyor, 31 Aralık'ta Milliyet "MİT Raporundaki Çiller Örgütü" manşeti ile çıkıyor... 1 Ocak 2013'te Posta "700 kişilik Çiller Örgütü" haberini yapıyor, ve yeni İmralı süreci de bu süreçte başlıyor...

Ne oldu da 16 yıl aradan sonra bu haber gündeme getirildi? 1 Haziran 1996 tarihli Aydınlık gazetesi manşeti neydi biliyor musunuz? "Çiller'in 700 kişilik gizli örgütü"ydü. Çiller Örgütü'nün süreçle alakası nedir? Burası çok önemli. Her ne kadar Milliyet'in haberinde ismi geçmese de, Çiller Özel Örgütü'nün Fethullah Gülen ile bağlantıları var. Öncelikli olarak bunu bilelim. Ayrıca Amerika'nın Türkiye'de yarattığı derin devletin Gladio olduğunu, Gladio'nun da o dönemki Çiller Özel Örgütü olduğunun altını çizelim.  

Milliyet'in Fethullah Gülen ismini adeta sildiği o raporu, 1 Ocak'da Aydınlık gazetesi sürmanşetine taşımıştı.
1 Ocak 2013 Aydınlık gazetesi
1996'da Doğu Perinçek, Çiller Özel Örgütü dosyasını TBMM Başkanı Mustafa Kalemli'ye vermiş, Kalemli içerisinde Çiller-Fethullah-Çatlı bağlantılarının bulunduğu 600 sayfalık dosyayı bir ay sonra "yanmamak" için Perinçek'e geri vermişti. Perinçek 18 Ekim 1996'da Çankaya Köşkü'ne çıkarak dosyayı bu kez Süleyman Demirel'e vermişti. 16 gün sonra "Susurluk olayı" meydana gelmiş ve olaydan 5 gün sonra Demirel, Perinçek'in hazırladığı dosyayı Başbakan Erbakan'a göndermişti. Bunun üzerine "TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu" kurulmuştu. Komisyon 24 Aralık 1996'da Doğu Perinçek'i dinlemişti. Komisyon, 19 Kasım'da konu ile ilgili MİT'ten bilgilendirme istemiş, bunun üzerine Müsteşarı Sönmez Köksal da Başbakan Erbakan'a 60 sayfalık "Çiller Özel Örgütü" raporunu sunmuştu. Raporda Fethullah Gülen hareketi de yer almaktaydı. 

MİT'in "Çiller Özel Örgütü" raporunda (Susurluk Raporu) Fethullah Gülen ve cemaati ile ilgili bölüm :
  • Çiller'in kara para aklama işindeki gizli ortağı Fethullah Gülen
  • Fethullahçılar, CIA'in bölgemizdeki en önemli sivil toplum kuruluşu

Raporda Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e suikast girişiminin yer alması ise olduıkça dikkat çekici bir diğer konu. Hatırlarsanız, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'a yönelik darbe ve suikast girişiminde bulunanların ülkedeki Gülen okulları ve CIA ile bağlantılı oldukları iddia edilmiş, ilerleyen süreçte Özbekistan'daki Gülen okulları kapatılmış, cemaatin 50'den fazla iş adamı tutuklanmıştı. 

Geçtiğimiz yıl öldürülen MİT Orta Asya Sorumlusu Kaşif Kozinoğlu, Sırlar kitabında Gülen okulları ile ilgili “ABD adına istihbari faaliyet gerçekleştirdikleri ve anılan okulların ABD’li istihbaratçıların barınma yuvaları olduğunu” ifade etmiştir.  

Zaten Fethullah Gülen'i Green Card sahibi olması için kefil olan isimlerden biri de CIA Türkiye Eski İstasyon Şefi Graham Fuller'dir.

Konumuza dönersek, Susurluk konusunun yeni İmralı süreci ile aynı tarihlerde gündeme getirilmesi, Gülen cemaatine açıkça aba altından sopa gösterildiği anlamını taşıyordu. Fethullah Gülen de durumu farketti ve İmralı sürecine açık desteğini beyan etti. 

Serdar Akinan, 25 Aralık tarihinde iki önemli tweet attı. 

 


Hükümeti birkaç günde istifaya zorlayacak üç manşet ve hükümetin buna karşı elinde koz olarak tuttuğu "Yeşil Ergenekon" soruşturmasını açacak bir dosya... Yoksa Erdoğan'ın elindeki kudretli dosya yukarıda sözünü ettiğimiz dinlemelerle ilgili mi?

Bu dosya acaba Susurluk Dosyası olabilir mi? Ya da Susurluk'tan yola çıkarak cemaatin açığını bulan Erdoğan'ın, kendisine yavaş yavaş sorun çıkarmaya başlayan cemaat hakkında MİT'e hazırlattığı iddia edilen 'Gülen Cemaati Raporu' mu söz konusu dosya? (MİT'in Gülen Cemaati Raporu için bkz.)

Kıran kırana AKP-Cemaat savaşı var ve ikisi de birbirine hiçbir şey yapamıyor...