25 Aralık 2014 Perşembe

Perinçek - Aydınlık - Ulusal Kanal, Erdoğancı mı oldu?

17-25 Aralık süreci ile birlikte, Türkiye'de yeni bir muhalif türü ortaya çıktı. Bunlar, AKP iktidarının baskılarından ve politikalarından sıkılıp, kendi ideolojilerini/dünya görüşlerini bir kenara bırakıp, düşman gördüğü her kesim ile AKP'ye karşı ittifak kurabilecek noktaya geldiler.

Hatta öyle ki, Erdoğan yarın Amerikan karşıtı olsa, "NATO'dan çıkacağız" dese, Amerikancı olacak solcular/Atatürkçüler var.

Kim bunlar?

Y-CHP, bir takım Atatürkçü geçinenler, Fethullahçılar, liberaller, başıboş solcular.

"Atatürk'ün partisi" ünvanı ile %25'i garantileyen CHP'nin yeni yönetimi, Atatürk'ü reddetme noktasına gelmiş, Fethullahçılarla kolkola, NATO-ABD-AB şeytan üçgeninden bir adım dışarı çıkmıyor.
Atatürkçü geçinenler, Kılıçdaroğlu ve ekibinin tüm politikalarına rağmen hala CHP'nin izinde, AKP'ye karşı tüm gruplarla destek halinde; Kürt milliyetçileri dahil.
Başıboş solcular, elle tutulur pratiği olmayan söylemler ve eylemler içinde; salt söylem ve salt anarşizm.

Ve hepsi kolkola girip, Aydınlıkçıları suçluyor bugün;
"Aydınlıkçılar yandaş oldu!"
"Perinçek-Tayyip ittifakı"
"Ulusal Kanal, haberlerde Tayyip'i övüyor!"

Sebep ne peki?

Aydınlıkçıların, Cemaat'i 17-25 Aralık operasyonu ile kahramanlaştırılması tezgahına düşmemesi. Devletin, F-Tipi Çete'nin popüler söylem ile "inine girmesine" destek vermesi. Cemaat bu yüzden rahatsız Perinçek ve ekibinden. Avucuna aldıkları sahte muhalefet CHP-MHP ve türevi parti yönetimlerinin dışında gerçek muhalefet yapan bir parti, televizyon kanalı görmek istemiyorlar.

Erdoğan'la hiç yoktan 10 yıllık bir kavgamız var muhalifler olarak. Ancak bizler, muhalefet etmek için muhalif olamayız, bir görüşümüz, duruşumuz var. Erdoğan'ın bugün her ne sebeple olursa olsun ABD ve AB ile kırılmalar yaşaması, Rusya'ya yönelmeye çalışması takdire şayan. Meclis içindeki hiçbir parti böyle bir göreve talip değil. Ne CHP ne MHP, Türkiye'yi Atlantik cephesinden koparmayı hedeflemiyor. Düşündürücü değil mi?

Bu yüzden Avrasya'ya yanaşma konusunda Erdoğan'ı destekliyorum. Bu Erdoğan'la mücadelemizin devam etmeyeceği anlamı taşımaz. Ancak adaletli olup, doğrusuna doğru, yanlışına yanlış demek önce karakterimizin göstergesi ve insani görevimiz. Ve eleştirimiz sadece Erdoğan ve AKP'ye olursa, muhalefetin kendini düzeltme iradesi göstermesi imkansızlaşır.

Sadece hükümete muhalif olarak ortaya çıkan sonuç ortada;
Şeyh Saidçi, Seyit Rızacı, Amerikancı Y-CHP ve lideri "Atatürk'ün CHP'si değiliz" diyen Kılıçdaroğlu.

Bu mu iktidara alternatifiniz?

13 Kasım 2014 Perşembe

TGB'nin çuval eylemi ve sembollerle mesaj!

Türkiye Gençlik Birliği, dün Eminönü'de 3 ABD askerinin başına çuval geçirdi.

Konu ile ilgili eleştiri yöneltenler üç başlık altında toplanıyor. Konuyla ilgili çeşitli haber sitelerinde, çeşitli forumlarda ve Ekşi Sözlük'te yorumlara göz gezdirdim. Detaylı olarak şöyle gruplandırabiliriz TGB'nin çuval eylemini eleştirenleri:

1. Apocular ve sol maskeliler:
Apocular, Türk askeri öldürüldüğünde PKK'ya meşru zemin ararlar, ABD askerine çuval geçirilince bir anda insan hakları savunucusu olurlar. Eh tabi bilinçaltlarında "Biji Serok Obama" var. Sol maskeliler ise, Deniz'leri, Mahir'leri çoktan unuttuğu için bu toplarda pek işleri yoktur. Onlar 1 Mayıs'ta Taksim'i kutsayıp polisle çatışma dışında misyona ve vizyona sahip değiller.

2. Tatlı su hümanistleri:
"Dünyada hiç kötülük olmasın, herkes her şey iyi olsun, Gargamel Şirinler'i rahatsız etmesin. Tom, Jerry'i kovalamasın. Buzullar erimesin." Süreç okumayı bilmeyen, evinden hümanizm naraları atan, apolitik kitle.

3. "Batıya rezil olduk"çular:
"Utandım, rezalet, bari Atatürk'ü alet etmeyin, onların suçu ne?" türevinden eleştiriler yönelten özellikle CHP ile birlikte batıya entegre edilmiş, Ortadoğu düşmanı ve batı hayranı aşağılık kompleksine sahip andavallar.

Nasıl olur da Amerikan askerlerine mazlum gözü ile bakan insanları yetiştirdik bu toprakta, ne yaptık biz bu ülkeye, bu gençliğe?

DEVLETLER VE ÖRGÜTLER SEMBOLLERLE/TARİHLERLE MESAJ VERİR!

TGB'nin çuval eylemi en nihayetinde 4 Temmuz 2003'te Türk askerinin başına geçirilen çuvala misillemeydi. Aslında ABD, Amerikan Bağımsızlık Günü (Independence Day) olan 4 Temmuz'da o çuvalı Türk Ordusu'nun başına geçirmişti ve o çuvalın devamı Ergenekon ve Balyoz davaları ile geldi.

Peki 4 Temmuz rastlantı mı? Evet diyorsanız, şu tarihleri de bir düşünün:

Millenium Challenge! (Bin Yılın Meydan Okuması)
Tarih: 24 Temmuz 2002
ABD'nin şimdiye kadarki en büyük askeri tatbikatı. Kıvrıkoğlu'nun 3 Eylül 1999'da "28 Şubat bin yıl sürecek" mesajına ABD'den verilen tepki "Bin Yılın Meydan Okuması" adı altındaki ve üstelik Türkiye'nin hedef alındığı bir tatbikat. Tatbikatın çalışmaları Kıvrıkoğlu'nun açıklamasının hemen sonrasında başlamış ve 1999'un son aylarında ilan edilmiştir. Tatbikatın uygulanma tarihi ise 24 Temmuz; Lozan'ın yıl dönümü...

Tatbikata göre hedef ülkede (Türkiye) bir "deprem" oluyor (!) ve hedef ülkenin ordusu (TSK), “karışıklığı önlemek için” yönetime el koyuyordu. Hedef ülkenin bir ada ülkesiyle (Kıbrıs) sorunları var ve o ülkeyi denizden kuşatıyor. Bunun üzerine ABD Deniz Kuvvetleri önce ada ülkesini kurtarıyor (Kıbrıs'ı kuşatıyor) ve "96 saat içinde" hedef ülkeyi yani Türkiye’yi -kitle imha silahlarını sebep göstererek- işgal ediyordu.
Not: 96 saat, dünyada sadece Türk Ordusu'nun seferberlik süresi. Bu da rastlantı olamaz.

AB Anayasası'na imza!
Tarih: 29 Ekim 2004
Dönemin Başbakanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Roma'da Türk düşmanı olarak bilinen Papa X. Innecenizo’nun heykelinin dizi dibinde egemenliğimizi AB’ye devreden AB Anayasasına imza koyması gibi…
Tarih yine rastlantı; 29 Ekim...

Elizabeth'in Türkiye ziyareti!
Tarih: 13-14-15 Mayıs 2008 
Kraliçe 2. Elizabeth Mayıs 2008'te Türkiye'yi ziyaret etmişti. Hem de Türk sularına Türk bayrağı asmadan giren uçak gemisi eşliğinde!
Uçak gemisinin adı: HMS Illustrious 
1918'de Türkiye'yi işgal için gelen savaş gemisinin adı neydi peki? HMS AJAX.
Üstelik aynı yere demir atmışlardı; Dolmabahçe önüne!
Abdullah Gül'e de Büyük Şövalye Nişanı verilmişti.
Geminin demir attığı tarih ise 15 Mayıs'tı; İzmir'in işgal yıl dönümü...

Chatham House'dan Gül'e Kristal Cam Ödülü!
Tarih: 9 Kasım 2010
Eğitimi de İngiliz Üniversitesi'nde olan Abdullah Gül, İngiliz Kraliyeti’nin Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nden ödül aldı. Kraliçe Elizabeth bu ödülü 9 Kasım'da elleriyle takdim etti Gül'e.
9 Kasım 1918, İngilizlerin Çanakkale Boğazı’nı işgali ve İskenderun'la, Antakya'ya asker çıkardığı gündür!..

Ergenekon Davası'nda karar açıklandı!
Tarih: 5 Ağustos 2013

Bugün tertip olduğunu herkesin bildiği Ergenekon davasında kararın açıklandığı gün... Genelkurmay Başkanlığı yapmış İlker Başbuğ başta olmak üzere onlarca isme cezaların yağdırıldığı tarih...
5 Ağustos 1921'e döndüğünüzde ise Gazi Mustafa Kemal’in Türk Orduları Başkomutanlığı’na getirildiğini görüyorsunuz...

Peşmerge'nin Kobani'ye geçişi!
Tarih: 29 Ekim 2014
Kobani meselesinde Türkiye'ye koridor için baskı yapıldığını söyleyen Davutoğlu, "Türkiye orada yardım amaçlı da olsa bir koridor açmayacak" dedikten bir kaç gün sonra Peşmerge'ye koridor açılmıştı. Ancak Peşmerge koridora rağmen geçmedi, bekledi... Ve 29 Ekim'de, Cumhuriyet bayramında geçiş yaptı.

Peki ya semboller?

Bir çok alanda, bir çok konuda örneği mevcut elbet. Ama politik olarak ilk akla gelenler şunlar olabilir.

Taksim Ruhu
Taksim'in dönüştürülmeye çalışılması, o meydanın taşıdığı sembolik değerleri ortadan kaldırmaya yöneliktir.

Cumhuriyet Anıtı'nın taşıdığı anlamlar da mühimdir. Anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşı'nı, diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiye'sini simgeler. Bugünkü vizyonsuz solcular bunların farkında değildir tabi. Anıtta Sovyet general Mihail Frunze ve Kliment Voroşilov'un heykeli de vardır. Emperyalistlere Kurtuluş Savaşı'nda vurulan tokatta Sovyet yardımını simgeler.

Mustafa Kemal Atatürk Heykelleri ve Türk Bayrağı
Bugün PKK'nın, hükümet ile kavga etmeye başlayınca Mustafa Kemal heykellerine saldırmasının sebebi de budur. Halbuki, Mustafa Kemal ile AKP iktidarının ne alakası var? Sıkışınca, ilk hedef hep Mustafa Kemal ve Türk bayrağı oluyor. Çünkü emperyalistlerin ve kuklalarının asıl ve tek düşmanı Mustafa Kemal'in öncülük ettiği Türk devrimi ve Cumhuriyet rejimi; Bağımsız Türkiye.

Beyzbol Sopası

Basit olarak ilk akla gelenlerden biri ABD'nin sürekli uyguladığı "fotoğrafla mesaj verme" yöntemi. Obama'nın Erdoğan'la telefonda konuşurken elinde beyzbol sopası ile fotoğraf çektirmesi güzel bir örnek olabilir. ABD yönetimi bunu kitle yönetimi/halkla ilişkiler için de kullanıyor. Sadece karşı tarafa mesaj vermek değil, aynı zamanda kendi toplumuna ve dünya halklarına "güçlü ülke, güçlü lider" imajı yaratmak için de kullanıyor.


Diktatörlüğün Psikolojisi

ABD'de Emine Erdoğan'a hediye kitap. Zavallım kitabı eline alıp pozlar vermişti, hediye belleyip. Verilen mesaj Erdoğan'a ulaştı elbette. Kitapta demokrasi ile diktatör eğilimler arasındaki değişen ilişkilere değinilen kitapta, demokrasileri diktatörlüğe dönüştüren unsurlar anlatılıyor.


Soykırım Halısı (Gazir Halısı)
"Ermeni Soykırımı"nı temsil eden Gazir Halısı 18-23 Kasım 2014 tarihleri arasında Beyaz Saray’da sergilenecek.

Sevr Vazosu
1930’da dönemin ABD Başkanı Herbert Hoover’a Fransa’dan gönderilen vazo...
Sevr Antlaşması, Paris'in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde (Musée National de Céramique) imzalanmıştı. "Sevr Vazosu" o müzeden geliyor... Vazo da tıpkı halıgibi 18-23 Kasım haftası Beyaz Saray'da sergilenecek...

16 Mayıs 2014 Cuma

Soma: Kadercilik ve Eşekleşmek

Soma faciasının üzerinden 3 gün geçti. 300'e yakın kaybımız var, yüreğimiz buruk, canımız sıkkın ve öfkeliyiz. İşveren ve sistemi kurgulayan iktidar mensuplarının pervasız açıklamaları, halka saldırmaları sabırları taşırıyor. 

Böyle bir süreçte geçerken bile, toplum olarak birbirimizle uğraşıyoruz. Bir kesim Başbakan'ını korumanın derdine düşüp, yas tutanların "rol yaptığını" ve "ölüleri siyasete malzeme ettiğini" ifade ediyor, bir diğer taraf cinayetin sorumlusu olarak AKP'ye oy verenleri gösteriyor. Ne zaman silkelenip kendimize geleceğiz? 

En sinir bozanı, toplumun geneline hakim olan "kaderci" anlayış. Elbette bu, kendi evine ateş düşmeyenin bulunduğu rahat psikoloji ile söylemiş olduğu zırvalamalardır. Ancak bu kadar da basite indirgenmemesi gereken sosyolojik ve psikolojik altyapısı mevcuttur. 

Neden bu hale geldik? İşte bu sorunun temeline girme adına, Ali Şeriati'nin tezlerinden yola çıkarak bazı saptamalar yapmak istiyorum.

İranlı İslam sosyoloğu Ali Şeriati, modern batının kölelik düzeninin yerine kurguladığı düzen için "eşekleştirme" kavramını kullanır. Eşekleşmeyi kabaca; "Yanlış bilinç ya da bilinç yoksunluğu" olarak tanımlar. Eşekleştirme, bireyi öncelikli ihtiyaçlarından ziyade, diğer ihtiyaçlara yönlendirmeyi amaçlar. Biraz düşündüğünüz zaman, dini kavramların içinin boşaltıldığı zaman nasıl insanı köleleştirdiğini (eşekleştirdiğini) göreceksiniz.

Sosyal güvencelere sahip olmak yerine; asgari ücrete çalışıp banka borçlarıyla dahi olsa lüks tüketime yönelmek buna maddi örnek olabilir. Manevi örnek olaraksa şu kıyaslamayı yapabiliriz; paylaşma, yardımlaşma, zulme karşı direnme gibi insani ve dini kavramlar yerine, fakirin-mazlumun kadere ve sabıra, zenginin tüketim ve cimrileşmeye yönelmesi gibi.

İslam ülkelerinin temel problemi de bu. Devrimci ve özgürleştirici İslam, başta Muaviye olmak üzere onlarca muktedir/din adamlarının İslam'a yönelik semantik saldırıları ile bambaşka bir boyuta geldi. Artık fakirliğin, felaketlerin, zulmün sorumlusu Allah olarak görülüyor.

''Allâh insanlara hiç bir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.'' Yunus 44

Evet; eşekleşme gerçekleşmiştir.

Bu eşekleşme sürecinde, insanda bilinç kayması oluşur.

Geçen gün bir taksiciden işittiğim için aklıma geldi. Soma faciası ile ilgili haberleri dinlerken, "Fatiha okuyacaklarına eylem yapıyorlar" diyordu. Şeriati tam da bu örnekle anlatmıştı kitabında eşekleşmeyi: "Bir evde yangın varken seni namaza ve Allah’a dua etmeye çağıran kimsenin daveti haince bir davettir."

Sosyal bilinçten yoksun kalmayı hem hayata, hem de dine yabancılaşma olarak görür Şeriati. Peygamberlerden sonra dinler, şeyhlerin, dervişlerin, azizlerin, sufilerin tekelinde bulunan, eşekleştirme aracına dönüşmüştür.

Gerçek din olan devrimci/özgürleştirici din, "Eşekleştirici" dine dönüştükten sonra, insan ve toplum hayattan pasifize olur. Burada istismarı yapılan kavramlar devreye girer; kader/sabır gibi. Zulme karşı mücadele değil, zulme karşı sabretme yahut zulmü maruz görme/Allah'tan bilme anlayışı tavsiye edilir. Bu yüzden dinin en büyük mücadelesi dinsizlik/dinsizlere karşı değil, "eşekleştirilen din" algısına karşı olmuştur. Hz. Muhammed'in, Ebu Cehil'le olan mücadelesi de budur. Kerbela olayı de budur. Yani tarih boyunca tüm hak dinlerin karşısında yozlaştırılan din bulunur; şirk dini.

Muktedirlerin ve din adamlarının dini terimlere yönelik yaptığı "semantik saldırılar" sonucu din, afyonlama aracı haline dönüşmüştür. Karl Marx'ın vurguladığı "Din toplumların afyonudur" sözü, toplumsal analiz bakımından doğrudur. Ancak meselesinin özünde dinin kötü olduğu değil, yozlaştırılan dinin kötü olduğu gerçeği vardır. Yani dinler, özünde devrimci ve özgürlükçüdür ancak yanlış yorumlandığı ve çarpıtıldığı zaman afyon haline dönüşmektedir. Marx tüm din anlayışının insanın kendine yabancılaşması olarak gördüğü için, burada hatalıdır.

Yozlaştırılan din ile mücadele etmenin temel zorluğu ise, Kur'ani kavramlar ile donatılmış olmasıdır.
Bugün kullanımda olan kader ve kaza kavramları, dinden ziyade toplumsal kavramlardır ve şirk dininin ana gövdesini oluşturur. Muaviye'nin oturttuğu kader algısına göre:
"Başınızda bir bela varsa Allah'tandır"; bitti.
Patron emeğinin karşılığını vermiyorsa; "Allah rızkını az vermiştir" bitti.
Patronun sosyal güvencelerini yerine getirmiyor, senin emeğinin karşılığını vermek yerine İstanbul'un göbeğine kule mi dikiyor? "Kaderin buymuş", bitti!
Şirk dini, kölelik düzenini (hangi boyutta olursa olsun) sorgulatmama üzerine tezgahlanmıştır ve bunu tamamen dini kavramların anlamlarında yaptığı yozlaştırmalar üzerinde kurgulamıştır.

Muaviye döneminden itibaren müslüman camiada Peygamberler, süper kahraman haline getirilmiş ve verdikleri mücadele sadece Allah'a bağlanarak, insan faktörü devredışı bırakılmıştır. Yani, bugün müslüman olanların, Peygamber'in verdiği mücadeleyi vermemesinin sebebi, Peygamber'in başarabilecek özel yeteneklere sahip olduğuna inanmasıdır. Halbuki Peygamberler de insandır. Hastalanmış, yaralanmış, vefat etmişlerdir. Verdiği mücadele, şahsi değil; İslam mücadelesiydi. Ve muhakkak ki insan hakları mücadelesiydi.

İslam'ı ilk kabul eden sahabelerden olan büyük devrimci Ebuzer El-Gıfari, "Evinde yiyecek ekmeği olmadığı halde, kılıcını çekip sokağa fırlamayanın aklına şaşarım!" derken, bu köhneleşmiş "kaderci" anlayışı eleştirmiştir esasen.

Cinayet, zulüm, açlık, adaletsizlik, eşitsizlik vb. Bunlar, Allah'ın lanetlediği kavramlar olduğuna göre, bunları Allah'tan bilmek, Şeytan'ı devredışı bırakmaktır. Hem Allah'a iman edip, hem kötülüklerin sebebini Allah görmek büyük yanılgıdır. İnsanın dünyaya gönderiliş amacı, Kur'an'daki "cennet" tasfirine uygun bir dünya yaratmaktır. Toplumsal düzeni sağlamak temel amaçtır. Çünkü "kurtuluş" buradadır. Kur'an'ı, insan hakları ve toplumsal hayatı düzenleyen bir evrensel anayasa olarak görürsek, durumu daha iyi kavrayabiliriz.

Dönelim eşekleşme konusuna.
Eşekleşen insan, sömürüye açık hale gelir. Eşekleştirme araçları böylece kişiden kişiye değişir duruma gelir. İslam toplumlarında din, ana eşekleştirme faktörüyken, Avrupa'da insan hakları bir eşekleşme faktörü olabilmektedir. ABD'nin her savaş öncesi başlatmış olduğu "demokrasi", "özgürlük" ve "insan hakları" söylemleri, modern toplum için eşekleştirme araçlarıdır. 

Evrenselleşme, kapitalizmin eşekleştirme sürecinde kullandığı en temel araçları oluşturur. En geniş kullanımda olanları futbol ve müzik endüstrisi. Milyonlarca insanın tüm dünya ile aynı anda bir maça odaklanması, stadyumun adeta mabed haline getirilmesine yol açmakta. Kültürel erezyon, müzik ve sinema endüstrileri üzerinden yürütülmekte; "popülerleştirilen" şarkılara ABD'nin "kültürsüz kültürü" serpiştirilen klipler, insanı kendine yabancılaştırıp; hayvanlaştırmaktadır.

Her toplumun kendi içerisinde oluşturduğu çeşitli zaaflar vardır. Bazen toplumun içerisinde yaşanan ayrılıklar, farklı zaaflar da oluşturmakta. Türkiye'de başörtüsü meselesi bir eşekleştirme aracı halindeydi yıllardır. CHP üzerine kurgulanmış bir "din düşmanı" algısı yine bir eşekleştirme aracıydı. Diğer bir kesim için ise İslamcılara yönelik yaratılan "Şeriatçılık" üzerine kurgulu bir eşekleştirme aracı kullanıldı. Kürt vatandaşlara bambaşka araçlar kullanıldı. Halbuki esas mesele her zaman tektir; mücadele. Ve mücadele iki taraf arasında gerçekleşir; EZEN ve EZİLEN. Bu kadar basit. 

Şeriati'ye göre insanın dört zorunluluğu vardır ve ancak bu dört zorunluluktan kurtulduğu zaman insan olabilir. Şeriati bu zorunlulukları "zindan" olarak tanımlar ve insanın bu zindanlardan kurtulduğu zaman gerçek anlamda insan olabileceğini ifade eder. Bu dört zindan:
Naturalizm zindanı: İnsanın doğa şartları tarafından kuşatılıp, belli şartlara zorlanması.
Sosyolojizm zindanı: İnsanın, içinde bulunduğu toplum tarafından, belli şartlara zorlanması.
Historizm zindanı: İnsanı, salt insan olarak kabul etmek yerine tarihin bir parçası olmaya; tarihin insanı yarattığı algısının dayatılması.
Benlik zindanı: İnsanın, dini ya da diğer sebeplerle, kendisinde varolduğunu düşündüğü şartlara kendini zorunlu kabul etmesi. (Fakirlik, kötülük gibi)

300'e yakın vatandaşımızı yitirdik Soma'da. Sorumlusu patrondur, özelleştirmedir, iktidardır, şudur, budur. Aslında hepsi bir mekanizmanın parçalarıdır. Yüzleşmemiz gereken gerçek şudur; Kapitalizm işçi sınıfına yönelik toplu bir katliam gerçekleştirmiştir. Çirkin ve kirli yüzünü ele vermiştir. Dımdızlak ortada kalmıştır; hedefe konmuştur!

İhmalden kaynaklanan bir toplu kıyımdan sonra, bölgeye araştırma yapmak üzere mühendis, yaralılarla ilgilenmek üzere doktor, bölge halkıyla ve özellikle maden işçileri ve ailelerinin ruh sağlığı ile ilgilenmek üzere psikologlar göndermek yerine Diyanet imamlarını yahut cemaatlerin "hocalarını" gönderiyorsan; Ebu Cehil'sin, Ebu Leheb'sin, Muaviye'sin.
Belli ki din, senin için kurmuş olduğun saltanatın yıkılmaması için sadece bir araç. E o zaman başına gelecek olan çok net ortada, bu yüzden "tebbet!" diye haykırabiliriz yüzüne karşı. Çünkü Ebu Leheb gibi senin de elin kuruyacak! (İktidarın yok olacak, kahrolacak)

Asla Muhammed'in, Ali'nin yolunda değilsin ey Padişah müsvettesi!

Şimdi bu sistemin beline sopayı vuramazsak; bir daha vurmamız çok zor. Bu yüzden kader, kaza, sabır, yas ile geçiştirmeyi bırakıp elimizi vicdanımıza koyup/beynimizi çalıştırıp/yumruğumuzu sıkıp mücadele etmenin zamanıdır. 

29 Nisan 2014 Salı

Evet, korkmayın; Emperyalizmi devirin!

AKP'nin bugünkü Grup Toplantısı'nda Erdoğan'ın gündemi "Emperyalist tezgahları meşrulaştırmak" üzerine kuruluydu.

Geçtiğimiz günlerde yaptığı "Ermeni açılımı" sonrasında doğan tepkilere yönelik savunma metni hazırlamış danışman ekibi. "Korkularla olmaz, 100 yıllık korkuları yenelim, bölünme-irtica korkularını da yenelim" dedi Erdoğan, özetle.

"100 yıllık korkular" nelerdir? Ulus devletin kendini savunma refleksidir. Emperyalizmin kuzeyimizdeki komşu devletler ve bazı iç dinamikler üzerinden Türkiye Cumhuriyeti'ne yönelik yürüttüğü bölücü ve yıkıcı faaliyetlere karşı koyma refleksidir. Erdoğan bu refleksten rahatsız olmuş. Aslında bu refleksten on yıllardır rahatsız olan emperyalizmin ta kendisiydi, Erdoğan da onların gönlünü hoş etmenin peşine düşmüş durumda.

Dün ABD'li TV ile yaptığı röportajda İsrail ile "normalleşme sürecinin" başlayacağını ifade etmiş Erdoğan. Gülen'i de ABD'den istemiş...

Peki tüm bunlar ne anlama geliyor?

Anlamı basit; Erdoğan yaşam mücadelesi veriyor.

Erdoğan'ın 17 Aralık'tan sonra ilk hedefi 30 Mart seçimleriydi. Başarı elde etti. Şimdi batıya dönüp diyor ki; Gülen'i silin, ben sizin için daha iyi mücadele edeceğim! Emperyalizmin Türkiye'de AKP'ye muhtaç kaldığını görüyor Erdoğan. AKP yoksa, emperyalist projelerin hepsi çöker! Çünkü ABD için AKP'nin alternatifi hala yok! Bu yüzden Erdoğan, batının güvenini kazanmak istiyor. Çünkü girmiş olduğu yolda canını-malını kurtarmasının başka çaresi yok. 

///////////////////////////////////////

Dün Türkiye'yi ziyaret edip, her kamera karşısına geçtiğinde Erdoğan'ı eleştiren Alman Cumhurbaşkanı'na da cevap verdi Başbakan. Nasıl bir cevapsa; "Almanya 'Ateist Aleviliği' destekliyor" diyerek bilinçaltındaki mezhep düşmanlığını da ortaya koymuş oldu. 1 saat boyunca "100 yıllık korkuları yenelim" diyen Başbakan, Alevi korkusunu yenemiyor bir türlü... 

Haftalardır PKK-BDP'nin Özerklik tantanası yapmasına hiç cevap verdiğini duydunuz mu?
Güneydoğu'da vergi toplayan PKK'ya bir şey söyledi mi?
"Ev hapsi" talep eden Öcalan'a cevabı var mı?
Bölgeden çıkan petrolden pay isteyen BDP'liye bir kelam etti mi?
Hayır...

Çünkü korkularını yenmiş bir Başbakanımız var. Siz de yenin(!)

Bugünkü Grup Toplantısı konuşmasında Erdoğan mealen diyor ki; "Emperyalist projelere alan açacağız, korkmayın; hazır olun." 

Ama Aleviler'e her zamanki gibi kin, nefret kusmaya devam.
1 Mayıs'ta da solculara düşman olun.
Geziciler zaten vatan haini; son dönem düşmanı.
CEHAPE din düşmanı. 
MEHAPE ırkçı olduğu için düşman.
Suriye'de Esed katili var; düşman.
Irak'ta Şii yönetim var; düşman.
İran zaten Şii olduğu için mezhepsel düşman.
-ABD ile alakalı konularda- Rusya stratejik düşman.

Yani bunlardan korkmaya devam.

Ama ABD her zaman dost. Kadim dost, stratejik dost. 
Ondan, onun enstrümanlarından ve projelerinden asla korkmayın...
PKK'dan korkmayın, Özerklikten korkmayın.
BOP'tan, İsrail'den korkmayın.
Barzani de aslında çok şeker adam.
Kedi canını senin...

Erdoğan'ın söylemlerinin alt metni bu...

Türk milletine düşen görev basittir artık;
Bugün için AKP'yi devirmek, emperyalizmi devirmektir.

Bahçeli'nin söylemi ile, "Vurun ensesine tokadı, tepetaklak gitsin!"

24 Nisan 2014 Perşembe

Aydınlık Türkiye: Kapitalist modernizmden kurtulmak

Atatürk'le birlikte başlayan aydınlanma süreci, Atatürk'ten sonra bitmiş ve daha sonra üç farklı grup oluşmuştur.

1 Kapitalist modernizme (batıcı modernizm) kapılanlar. CHP'nin başını çektiği grup.
2. Sosyalist modernizmi (bilimsel/halkçı modernizm) benimseyenler. Solda azınlık kalanlar, Denizler, Mahirler ve Üniversite öğrencileri... (Mustafa Kemal'in yolundan gidenler)
3. Muhafazakarlar/Siyasal İslamcılar (Gericiliğe yenik düşenler ve kapitalist muhafazakarlar)

Sorunlarımızın temelinde bu var. On yıllardan beri "çağdaş yaşamı" öne süren siyasiler, kapitalist modernitenin esiri olmuşlardır. Bu yol çıkmaz sokaktır.

Kapitalist modernite söylemi, Öcalan'ın ortaya attığı bir söylemdir. Söylemi görüp Öcalan yanlısı bir yazı okumak isteyenler hayal kırıklığı yaşarlar, baştan uyarayım. Öcalan'ın çözüm yolu "Demokratik modernizm" söylemindeydi; malumunuz demokrasi, barış söylemleri kapitalizmin en temel silahıdır günümüzde. Öcalan kapitalist modernitenin karşısına "Kapitalist gericiliği" koyuyor, başka bir şey değil. Benim çözüm yolum bilimsel ve halkçı modernizmde saklı. Tanımı Öcalan'ın içerisine düştüğü çelişkiyi vurgulama adına özellikle kullandım.

Sosyalist modernite, solda bir ütopya olarak kalmıştır. Dönem dönem yükselmiş ancak askeri darbelerle bastırılmıştır. Dönüp dolaşıp geleceğimiz nokta ise burasıdır. Kaçınılmaz son bu olacaktır. Yeni başlangıç noktamız...

Muhafazakarlık ise temelde iki tip insanı içerisinde barındırmıştır: Kapitalist muhafazakar ve kapitalist modernizme kapılan muhafazakar. "Kapitalist muhafazakarlar" Cemaatler ve eğitimsizlik ile gericiliğe sürüklenmiştir. Türkiye'de özellikle 70'lerden sonra başlayan Sovyet karşıtlığı ile (sosyalizm/komünizm karşıtlığı) farkında olarak ya da olmayarak kapitalizme kucak açmıştır muhafazakar kitle. Halbuki İslam'ın kapitalizmle uzaktan-yakından alakası olamaz. Bu yüzden din tandanslı yaşamları ve söylemleri ile kendi içlerinde çelişkiler yaşamaktan kaçınamazlar muhafazakarlar.

Kapitalizm, kendisini de tüketerek bitirdiği için çıkmazdadır. Türkiye de ilk çıkmaza girecek ülkelerdendir.

Siyasal İslamcılar, kapitalizmle güçlenmiş ve aynı şekilde kapitalizmle çökmek üzereyken Türk solu nerede duruyor? Esas soru bu.

Solun "kalesi" görülen CHP, son tahlilde kapitalist modernitenin kalesi olmuştur. Yetmezmiş gibi artık batı karargahının da esiridir. ABD, TR'de çıkmazdadır. Batıcı iktidar ve muhalefetler halkı rahatsız etmektedir. Bu yüzden toplumun başkaldırı refleksi göstermesi kaçınılmaz. Her baş kaldırı, oranı değişmekle birlikte antiemperyalist/kapitalist harekete dönüşme ihtimali barındırır. Genimizde batı karşıtlığı var. Her ne kadar kapitalizme esir olmuş olsak da, ABD-İsrail karargahının en büyük düşmanı Türk halkıdır. (Bkz: Türkiye'deki Amerikan karşıtlığı)

ABD'yi korkutan, Türkiye'de girmiş olduğu çıkmaz sokaktır. Batı, AKP'yi güçlendirip alternatifsiz bırakarak kendi bacağına sıkmıştır.

Doğru/yanlış çeşitli sebeplerde CHP'yi alternatif görmemeye koşullanmış toplum, ABD'yi de çaresiz bırakmaktadır. ABD, AKP'nin yerine yeni bir hareket doğuramazsa halk AKP'yi yıktığında bambaşka bir Türkiye ortaya çıkacaktır; Aydınlık Türkiye.

Son aylarda gittikçe artan CHP-MHP eleştirilerimi bu anlattıklarım üzerinden değerlendirirseniz, farklı bir tablo ile karşılaşacaksınız. Mesele siyasi olarak CHP-MHP karşıtlığı değil, mesele ABD yolunda AKP'ye alternatif olmaya çalışanları durdurmaktır. AKP'ye alternatif olma adına batıya yanaşan CHP-MHP'yi batı karargahı yolundan çekip koparırsak; güzel günler göreceğiz çocuklar!

11 Nisan 2014 Cuma

Doğu Perinçek; Cemaat ve Genel Af konuları

Son günlerin en çok konuşulan isimlerinden biri Doğu Perinçek...

Malum, Cemaat medyasının her zaman hedefindeydi, şimdi ise yaptığı açıklamalar ile "muhaliflerin" de hedefine kondu. AKP'liler oldum olası sevmiyor zaten. Vurun abalıya...

Adam ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranamıyor...

Peki nedir insanları hiddetlendiren?

Perinçek, F-Tipi ile mücadele konusunda "Tayyip Erdoğan'ı destekleriz" demiş. Vay efendim nasıl dermiş! Ne demesini bekliyordunuz? Fethullahçı çeteyi Türkiye'de deşifre eden ilk isimlerdendir Doğu Perinçek. Gladyo nitelendirmesini o yapmıştır. Çete sözcüğünü ilk kullananlardan biri de o olmuştur. Türkiye yıllar sonra aynı noktaya gelmiştir.

Bugünün tatlısu muhaliflerinin hoşuna gitse de gitmese de Cemaatle mücadele konusunda herkese destek verilmeli. Kim olduğunun hiç önemi yok.

Siyasi mücadelesini/savaşını sistemle değil de sistemin bir unsuru/enstrümanı olan Erdoğan ile yapmak isteyen bunu yaparken de sistemin kendisi ile hesaplaşmayı esgeçen "muhalif" kusura bakmayın ama "küçük adam"dır.

Gülen Cemaati, Türkiye'deki en büyük iç tehdit unsurudur. Yok edilmesi kaçınılmazdır. Bunun kimin elinden geldiği bizi sadece tespit yaparken ilgilendirir, yoksa Erdoğan'ı kaderi, kendisini sistemin içerisindeyken sistemle çatışmaya ittiği için bundan alınıp/gücenip, "desteklememek" tam bir Y-CHP kafasıdır.

GENEL AF KONUSU

Perinçek'in 5N1K'da dile getirdiği "Genel af" söylemi de çok tartışıldı, özellikle milliyetçi cepheden çok tepki gördü. Bu tepkilere kızmıyorum, duygusal tepkilere kızılmaz. Aynı zamanda Perinçek'in sunduğu genel af istemine toplum henüz hazır olmadığını da gösterir. Konuşulması/tartışılması bir kayıp değil, kazançtır. Ancak programı izleyemeyip sadece "genel af" söylemi üzerinden kılıç kuşanıp Perinçek'e savaş açmak pek ahlaki değil.

Öncelikle, Perinçek'in PKK sorununa yönelik sunduğu kalıcı çözümü beğenmiyorsak, alternatif çözüm programımız olmak zorunda.

Önce sorunun temeline inelim.

Ne diyor Perinçek?

"Şu anki çözüm süreci bir çözülme sürecidir. Güneydoğu'da özerklik ve küçük hükümetçikler kurma çalışmaları var."

Doğru mu? Doğru...

Ekliyor;

"Yapılması gereken, PKK'nın silah bırakıp örgütü lağvetmesi ve bununla birlikte bir genel af çıkarılması"

Dikkat edin, "genel af çıkaralım da sonra keyfiniz isterse silah bırakırsınız" demiyor. İki önkoşul sunuyor; Silah bırak, örgütü lağvet! Akabinde genel af çıksın.

Şimdi buna refleksif olarak tepki göstermek mümkün tabii. Tepki verenlere hak verebileceğim manevi gerekçelerim de var. Ancak alternatif çözüm aklınıza geliyor mu? Mesela ne yapılabilir? 10 bine varan PKK'lı, yüz binlerce sempatizanı (potansiyel PKK'lı) bu topraklarda yaşıyor. Ve artık hükümet sayesinde legalite de kazanmış durumdalar. Çünkü Kürt açılımı adıyla başlayan sürecin tek muhattabı Abdullah Öcalan!

Perinçek'in bu teklifinin özeti aslında şudur; PKK'yı emperyalistlerin elinden çekip alalım, kendi içimizde bu sorunu çözelim. Bu da tabii ki toplumsal barışı ve genel affı kaçınılmaz kılıyor.

Bu kadarıyla kalmıyor. Bu meselenin başlangıcını oluşturuyor. Şöyle ki; diyelim PKK örgütü lağvetmeyi reddetti ve silahlı eylemlerden vazgeçmedi. Burada Perinçek'in ikinci planı devreye giriyor. Genel affı reddettiği için toplumsal zeminde meşruiyeti sıfıra düşecek olan PKK, savunmasız kalacak. Türkiye, yaptırım gücünü rahatça uygulayabilecek. Bunu da bölge ülkeleri ile yapacak.
Perinçek'in kafasında oluşturmuş olduğu Türkiye-Suriye-Irak-İran-Azerbaycan cephesi ile bölgede terör örgütlerine karşı ortak hareket ile çok rahatlıkla PKK yok edilebilir.

İşçi Partisi, parti programında Kürt meselesine yaklaşımını şöyle ifade etmiş durumda yıllar önce:

6. Kürt Meselesine Emperyalist Müdahaleye Son 
Türkiyemizde Kürt meselesi, demokratik hak ve özgürlükler açısından esas olarak çözülmüştür. Ülkemizde iç barışı, bütünlüğü ve kardeşliği sağlamak için esas görev, emperyalist müdahaleye karşı birleşmek ve direnmektir. 

Bu amaçla izlenecek siyasetler ve yerine getirilecek görevler şunlardır:

- Kürt kökenli yurttaşlarımızın millî bütünlüğe kazanılması ve Cumhuriyet’in devrimci kültürünün hakim kılınması,

- Bölgede kamu yatırımlarıyla herkese iş ve aş sağlanması, çok boyutlu bir kalkınmanın gerçekleştirilmesi,

- Toprak reformuyla ağalık, şeyhlik ve aşiret reisliğinin tasfiyesi, hazine topraklarının ve mayından temizlenmiş arazilerin yoksul köylüye dağıtılması, 

- Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadele,

- Irak’taki işgalci güçlerin çekilmesi ve Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması,

- Suriye, İran, Irak, Azerbaycan ve KKTC ile bölgesel ittifak.

Bu gerçekleri ve sorunun bugün getirilmiş olduğu noktayı kabul ettikten sonra PKK'yı "bitirmek" için önünüzde 3 seçenek kalıyor.

1. Hükümetin şu anda yürüttüğü "kanı durdurup, özerkliği ve bölünmeyi kabul etme" süreci.
2. İç savaşı da göze alarak toplu kıyımlar yapmak yani devlet eli ile savaşa yönelmek.
3. Perinçek'in sunduğu PKK'nın lağvedilip, genel afla toplumsal barış zemininin yaratılması.

1'inci seçeneğin hatalı olduğunu hep beraber gördük. 2'nci seçeneğin uygulanabilir yanının düşük olduğunu, insani olmadığını, sorunu daha büyük hale getireceğini söylememe gerek yok herhalde.
Geriye ne kalıyor? 3'üncü seçenek.
Bu seçeneğin de bazı siyasi zaaflar yaratma ihtimali var tabii ki. Genel afla her şey bitmiyor, siyasal mücadeleleri bölücülük üzerinden devam ederse elbette devlet buna bir "dur" diyecektir. Bu da karşı tarafı yine perçinleyecektir.

Varsa aklınıza gelen gerçekçi bir çözüm yolu, buyrun söz sizde. Ama sırf klavye başında tatlısu milliyetçiliği yapmak adına sivri çıkışlar yapacaksanız hiç gereği yok, kendinizi yıpratmayın.

22 Mart 2014 Cumartesi

DNS/VPN, erişim engellemesi falan...

Dostlar, malum muktedir korkuları yüzünden yavaş yavaş sansürün çemberini genişletiyor.

Twitter yasağında yakın zamanda DNS çözüm olmayacak. Elimizdeki tek yöntem: VPN!

Bir kaç program ve eklenti paylaşıyorum.

Hotspot Shield:
En çok kullanılan program. Sistemi direkt VPN yöntemi ile başka bir ağa bağlıyor. Program açık olduğu sürece tüm yasaklı sitelere giriş yapabilirsiniz.
Link: http://www.hotspotshield.com/tr

TunnelBear:
PC/Mac, iOS/Android seçenekleri mevcut, ücretsiz bir program.
Link: https://www.tunnelbear.com/download/

Program kurmak istemiyorsanız;
Taracılar için daha pratik eklentiler mevcut.

Chrome için ZenMate adlı eklenti. Çok küçük, arkada kendi halinde çalışıyor. Yavaşlama yaptığı zaman, farklı ülkelerden bağlanabilme özelliği var. Gönül rahatlığı ile kullanın.
Link: https://chrome.google.com/webstore/detail/zenmate-for-google-chrome/fdcgdnkidjaadafnichfpabhfomcebme

Chrome için alternatif eklenti: Stealthy
Link: https://chrome.google.com/webstore/detail/stealthy/ieaebnkibonmpbhdaanjkmedikadnoje

Firefox için anonymoX adlı bir eklenti var. Tavsiye ediliyor.
Link: https://addons.mozilla.org/en-US/firefox/addon/anonymox/

Firefox için alternatif program: Stealthy
Link: https://addons.mozilla.org/en-US/firefox/addon/stealthy/

26 Şubat 2014 Çarşamba

Ses kaydı montajsa bu panik neden?

Tayyip-Bilal ses kaydıyla ilgili dün neler yaşadık?

Ses kaydı düşünce, ilk olarak panik yaşadılar.

Sonra ses kayıtlarında Sümeyye Erdoğan'ın Bilal Erdoğan'ın yanına gittiği ile ilgili sözlerin yalan olduğunu ortaya çıkarmaya çalıştılar ve sosyal medyada hızla bir fotoğraf paylaştılar. Bilal Erdoğan'ın "Sümeyye yanımda" dediği saatlerde Sümeyye'nin aslında Konya'da Şebi Arus töreninde olduğu iddia ediliyordu.


Kısa sürede bu fotoğrafın 2013 değil, 2012 Şebi Arus töreninde çekildiği ortaya çıktı. 2013 Şebi Arus törenine ise Sümeyye katılmamıştı. Buyrun;



Bir sonraki denemeyi uydurma ses kaydı ile yaptılar.
AKP'li bebelerle tiyatro bir ses kaydı hazırladılar. Sözde, Erdoğan'ın montajını yapanlar kendi aralarında konuşuyordu. Tiyatro olduğu her halinden belliydi. 3. sınıf oyunculuk örneği seslerinden belli oluyordu. Ses kaydını da belli ki masanın ortasına konulan bir telefon vasıtasıyla almışlardı. Tiyatral ses kaydını manşete taşıyan iktidar medyası birkaç saat içinde silmek zorunda kaldı.

Onu da paylaşayım:



Daha sonra bir başka haber çıktı. Bu haber 15.30'da düştü sitelere. Haberde AKP'nin, ses kaydını ABD'de uzmanlara incelettiği yazıyordu. Ama rapor yoktu, hangi firma hangi uzman incelemiş hiçbir detay yoktu. Dünyanın en gelişmiş stüdyolarında incelendi" yazıyordu. Algı yönetimi bu kadar basit ne de olsa... ABD'de saat farkından dolayı gün yeni başlıyordu üstelik, bunu atlamışlardı. Birkaç saat sonra bu haberler de yayından çekildi.

Hala bir kaç sitede duruyor; paylaşayım: http://www.internethaber.com/abd-inceledi-erdogan-ses-kaydi-sahte-mi-645101h.htm

Aynı sıralarda Bahçeli'nin grup toplantısından bir bölümü alıp servis ettiler. Bahçeli Şivan Perwer'in sözlerinden alıntılar yapıyordu aslında. Bunu Bahçeli'nin ağzındanmış gibi servis ettiler, montaj işinin ne kadar kolay olduğu algısı yaratmaya çalıştılar. Gereğinden fazlaca basitti, tutmadı. Kaldırdılar.


Daha sonra Kılıçdaroğlu'nun grup toplantısından konuşmalarını montajlayıp "Bakın montaj bu kadar basit" algısı yaratmaya çalıştılar. Atladıkları bir şey vardı; evet video montajdı ama birleştirilen cümlelerin Kılıçdaroğlu'nun ağzından çıktığı gerçekti. Montajda da cümlelerdeki tonlama farklılıkları çıplak kulakla dahi belli oluyordu. Eğer tezleri buysa, malum ses kaydını tekrar dinleyip bir düşünsünler.


Şimdi son haber olarak TRT HD Kanal Koordinatörü Kürşad Özkök'ün yaptığı açıklama var. Özkök TRT'de inceleme yaptırıp kayıtların montaj olduğunu ifade etmiş. Bu kadar. Çok detaylı bir açıklama. İnanılmaz profesyonel çalışmışlar belli ki. (!)

Bu panik hali kafamızdaki "Acaba?"ları azaltıyor, hepsi bu...

Eğer konuşmalar gerçekse, Erdoğan "Bunlar montaj" diyerek kimi kandırmaya çalışmış oluyor? Biz muhaliflerini değil herhalde dimi? O çok sevdiğini söylediği kendi seçmenini aptal yerine koymuş oluyor.

Kendisini savunma hakkı olanlar, bu hakkı sonuna kadar kullansın. Ortada bir iftira varsa bilimsel olarak ortaya koysun. Biz biat kültüründen gelmiyoruz, insanlara iman etmiyoruz, "montaj bunlar" dendiğinde koşulsuz kabul etmiyoruz. Kayıt, bilimsel çalışmalar yapan uzmanlara, kuruluşlara gönderilir ve çok kısa sürede kayıtların hangi bölümlerine eklemeler yapılmış ortaya çıkarılır. Çok basit bu. Bunu yapmak yerine uyduruk montajlarla, sahte haberlerle olayı temize çıkarmaya çalışmak, sadece kayıtlara olan güveni artırıyor, hepsi bu.

Elinden çıkanlara her halukarda tereddütle yaklaştığımız Cemaat olgusu var ortada. Her söylediklerinden, her servis ettiklerinden kuşkulandığımız bir ekip bu. Eğer ortada montaj varsa, bunu bilimsel olarak ortaya koyup karşı tarafa olan güveni yıkmak çok büyük kazanç sağlayacaktır. Hem AKP'ye, hem ülkeye... Kendilerine inanıyorlarsa bunu yapsınlar. Yapmıyorlarsa, peşinden gidenler de bize gereksiz bahaneler sunmasın. Çünkü onların çoğunun "Çalıyor ama çalışıyor" algısına sahip olduklarını iyi biliyoruz.

13 Şubat 2014 Perşembe

Kabataş yalanı ve muhafazakar insan tipolojisi

Gezi olaylarında güç kaybeden Erdoğan'ın en büyük manipülasyon malzemesi "Kabataş olayı" olmuştu malumunuz.

Kolay değildi. Bir ülkenin Başbakan'ı meydanlarda bağırıp çağırıyor, "Bir yakınıma başörtülü olduğu için Kabataş'ta saldırdılar" diyordu.

Adeta iç savaş provası!

Neyse ki o çok güvendiği radikal kitlesi Erdoğan'a uyup evlerinden çıkmamıştı.

Daha sonra gazeteci türevleri ortaya çıkıp, malum kadınla röportajlar yapıp, manipülasyona ortak olmuşlardı. Öyle ki, "Görüntüleri izledim" diyenler bile vardı...

Bir kaç örnek verelim, hafızalar tazelensin:

Elif Çakır:


Hilal Kaplan:

"Gezi süreci boyunca, pek çok başörtülü kadının taciz edilmiş hatta saldırıya uğramış olması, gözlerin nedense başı açık kadın yazarlara çevrilmesine sebep oldu.

Tamam, belki kadınlık üzerinden ortaklaşmamız daha mümkün. Ve evet, başörtülü kadınları bir ay boyunca evlerine hapseden ruh halini sadece demokrasi söylevleriyle gözardı edenler oldu. Ancak ben yine de bu durum karşısında sadece başı açık kadın yazarların sigaya çekilmesini haksız buluyorum. Üstelik içlerinde, elli yıldır süren başörtüsü yasağına karşı ilk defa bu dönemde bildiri yazıp imzaya açanlar bile var. Neticede bunun takdir edilmesi lazım.

Peki, 'bağzı' erkek yazarlar ne yaptı? Sadece Kabataş'ta, bebeğiyle beraber saldırıya uğrayan Zehra Develioğlu'nun durumu üzerinden baktığımızda bile karşılaştığımız manzara feci.

Mesela en vicdanlı, pek muhalif solcu bir bıyıklı, yazdığı bir yazıda 'türbanlı kadının dövülüp üzerine işenmesi gibi hâlâ kanıtlanmamış, dolayısıyla açıkça yalan ve iftira olan argümanların…' diyebildi..."

Nihal Bengisu Karaca:


Alıntılar yaptığım 3 isim de başörtülü gazeteciler; kendilerine göre dindarlar da... "Müslüman kadınları" temsil ettiklerine inanıyorlar. Fakat nasıl oluyorsa liberal müslüman bunlar. Eşitlik, adalet, hak, emek, ekmek. Bunlara değinen bir satır yazıları yok. Merdiven altlarında sigortasız çalıştırılan on binlerce başörtülü kardeşleri ile ilgili bir cümle kurmadılar bugüne kadar. Anadolu'da tarlalarda, Karadeniz'de çay bahçelerinde alın teri ile üç kuruş para kazanmaya çalışan ama emeğinin karşılığını asla alamayan başörtülü kardeşleri/teyzeleri hiç umurlarında olmadı bunların.

Hem de başörtüleri sayesinde gazetecilik yapan isimler bunlar. Aylık maaşları da 20 bin civarında...

Müslümanlıkları "Başbakan'ımızı yedirmeyiz"de kaldı. Ama çiftçiyi, işçiyi, emekçiyi hep yedirdiler.



5 dakikadan fazla dinlemek de mümkün değil bunları. Çünkü bilgi de yok, zeka kırıntısı da... Ama ne var? Başörtüsü! Ne var? Din istismarı!

Bu akşam Kanal D haber ilgili görüntüleri yayınladı.


Yalanı tescillendi Sn. Başbakan'ın... Bir kez daha yalancı olduğu ispatlandı.

Manipülasyona "odun taşıyan" gazeteciler günah çıkarıyor şimdi; yerseniz buyrun:


Başbakan'ın yalanlarını da geçtim.

Savcıya gidip ifade veren, gazetelerle röportaj yapan o kadın ne tür bir yaratık?

Bir insan hangi ideoloji için, hangi çıkar için "Üzeri çıplak 80-100 kişi bana saldırdı... Tayyip'in orospusu dedi... 3-4 kişi üzerime işedi." yalanını söyler?

Orospu yapmaz bunu!

Sonra da internet yasağına baş kaldıranlara "pornocu" diyorlar. Asıl pornocu bu hikayeyi uydurup Türk halkına anlatanlardır.

Bu insan türü, 1950'de başlayan, Özal döneminde kademe atlayan, Erdoğan döneminde şaha kalkan siyasal İslam'ın yarattığı muhafazakarlık adı altına sığdırabileceğimiz, benim bazen "namaz-oruç müslümanı" dediğim tiplerdir.

Bu tipler çıkarları söz konusu olunca dini unutur, bazen de çıkarlarına alet eder. Konu namaz-oruç-hac olunca da bu ibadetleri yaşamayanlara saldırgan tavır sergilerler.

Müslümanlığın temeli insan olmaktır. 60 yıllık sağ siyasetin ürettiği insan tipi, Mevlana'dan Yunus Emre'den, Hacı Bektaş'tan kopmuştur. Yani insanlığını bir kenara bırakmıştır. Tıpkı dillerinden düşmeyen o Kur'an gibi, insanlıklarını da rafa kaldırmışlardır.

Fakat görüyorsunuz, çöküyor bu sistem. Can çekişiyorlar adeta.

Artık çok net söyleyelim; Siyasal İslam bu milletin ayaklarının altında ezilecek!


10 Şubat 2014 Pazartesi

Erdoğan'dan Gül'e tuzak! Konu: İnternet yasası

İnternet yasası konusunun ne kadar antidemokratik olduğundan, hukuka uygun hiçbir yanının olmadığından, faşizmin günümüzdeki karşılığını olduğundan bahsetmeye gerek yok sanırım; o yüzden asıl meseleye geleyim.

3 dönem kuralı yüzünden Başbakanlığa veda edecek ve bir dönemlik 'gölge Başbakanlık' sistemine geçmek isteyen Erdoğan, bunu gerçekleştirmek için Abdullah Gül'ü devre dışı bırakmak istiyor.

Dershane konusu neyse, internet yasası konusu da odur.

Seçim öncesi Cemaat'in saldırısına maruz kalacağını farkeden Erdoğan, nasıl dershane üzerinden kavga başlatıp AKP kitlesi ile Cemaat arasında bir kırılma yaratıp savaş için cepheleri ayırdıysa, internet yasası üzerinden de Gül'e tuzak kurmuştur.

Abdullah Gül, Cemaat'in yarattığı kaosun büyümesini bekliyordu, Erdoğan'ın internet yasası hamlesi Gül'ü "pusuda bekleyen" pasif izleyici pozisyonundan aktif pozisyona çekti. Kaostan yararlanıp bir kurtarıcı gibi sahaya çıkmayı planlayan Gül'ün önünde artık 2 seçenek var.

1. AKP kitlesinden kopmama adına yasayı imzalayıp, meydana inmek için doğru zamanı beklemek.
2. Yasayı veto edip, hem dünyada hem Türkiye'de Erdoğan'ın otoriterleşmesinden sıkılanlara göz kırpmak.

Yasayı veto ederse, AKP içerisinde Gül üzerinden zaten başlamış olan bir ayrışma daha da tartışılır hale gelecektir. Muhtemelen bu seçmene de bir süre sonra yansımaya başlayacaktır.

TBB Başkanı Metin Feyzioğlu, Gül-Erdoğan kavgasının geldiği boyutu fark edip, internet yasası ile ilgili verdiği her demecin sonuna bir cümle ekliyor; "Veto yoksa, oy da yok!"

Türkiye'nin dışında gerek AB'den, gerek ABD'den de ince mesajlar veriliyor.

Alan Makovsky ve Michael Werz Gül'e en net mesajı veren isimler.

Makovsyk: ‘’..Eğer Gül, özgürlükler adına çok problemli olan, adeta Ortadoğu otoriter rejimlerini andıran bu internet sansürü yasa teklifinin altına imza atarsa, Washington, Gül'ün de Erdoğan’dan farklı olmadığı kanaatine varacak ve kendisine olan umudunu da kaybedecek. Onun için, Washington bakımından, bu karar çok önemli- kader kararı bile diyebiliriz... ’’

Michael Werz: ‘’Cumhurbaşkanı Gül, bir zamandır gidişattan rahatsız olduğu yönde bazı sinyaller vermişti. Washington’da yasayı imzalamayacağı yönünde yüksek bir beklenti var.
‘’..Gül’ün oldukça farklı yelpazelere sahip olan Türk toplumunu temsil etmesinden dolayı, bu yasayı imzaladığı takdirde, yasaya karşı çıkan birçok çevrenin taleplerini dikkate almadığını göstermiş olacak. İkinci olarak da Türkiye’nin marka ismi ciddi bir zarara uğrayacak. Bunların yanısıra, eğer Gül bu yasayı imzalarsa, partiden ayrılan çok az sayıdaki bazı milletvekilleri hariç, kendisi de dahil olmak üzere herkesin AKP’nin parti çizgisinde sıralandıklarını göstermiş olacak...’’ 
‘’Zaman, demokrasi mi yoksa parti çizgisinin mi daha önemli olduğunu gösterme zamanı.’’

Alan Makovsky, 97'de ABD Savunma Başdanışmanı iken "Erbakan ile nasıl mücadele edilmeli?" başlıklı bir makale hazırlayan adam. Şu an Erbakan, 28 Şubat'la ilgili konuşurken kendisinin adını çok zikretmiştir.
Bir diğer ilginç bilgi ise, Kılıçdaroğlu'nun son ABD ziyaretinde bu isimle de görüşme yapmış olmasıdır.

Michael Werz ise Center for American Progress’in Türkiye uzmanı. Uzun süre AKP politikaları fazlaca övmüşlüğü vardır. Özellikle "Kürt meselesi"nde.

Eminim ki Abdullah Gül, hiçbir yasa için bu kadar kararsız kalmamıştır. Gül'ün önünde 10 küsür gün var. Benim tahminim Gül'ün yasayı veto edeceği yönünde.

Bakalım Abdullah Gül yol ayrımına hazır mı?

23 Ocak 2014 Perşembe

Suriye meselesi Erdoğan'ın son kurtuluşu

Devlet içerisinde yaşanan çatışma Gülen ve Erdoğan'ın küresel çetelere kendini kabul ettirmesine bağlı olarak sonuçlanacak. Neticede her iki taraf da dışarıya göbekten bağlı. Fakat Erdoğan dünya ekonomisini elinde tutan Rothschild ailesine kendini pazarlarken, Gülen cemaati Rockefeller ailesine kendisini yamamaya çalışıyor. 

Kavga sürecinde her iki taraf da "Bakın ben daha güçlüyüm, size daha iyi hizmet ederim" mesajı veriyor, verecek. Erdoğan'ın 17 Aralık operasyonunun ilk günlerinde ABD Büyükelçisi'ne ve ABD'ye atarlanarak "stratejik hata yaptığını" farketmesi ve ilerleyen günlerde bu söylemden vazgeçmesinin temelinde de bu yatar. 

Artık iki taraftan birisi yola devam edecek ve Erdoğan'ın yola devam edebilmesi için elinde kalan tek hamle Suriye. Bu yüzden son hamlelerini daha sağlam atmaya çalışıyor. 

CENEVRE ÖNCESİ "ZAMANLAMASI MANİDAR" KAMPANYA

Cenevre 2'den 1 gün önce TRT-AA-CNN-Guardian Esad karşıtı 'tertip kampanya' başlattı. Eşzamanlı olarak Esad'ın 11 bin kişiye işkence yaptığı iddiaları ile bazı fotoğraflar yayınladı. 

İddiaya göre fotoğraflar Esad rejiminde askeri polis olan "Sezar" lakaplı gizli tanık büyük bir gizlilikle dışarı çıkarılmıştı ve ilk kez yayınlanıyordu. Halbuki fotoğraflar 12 Ocak'ta bir Twitter kullanıcısı tarafından yayınlanmıştı. 


Fotoğraflarla ilgili rapor hazırlanmış, raporun finansörü Katar. Raporu hazırlayan İngiliz menşeili hukuk bürosu Carter-­Ruck and Co.

Carter-Ruck, fotoğrafları Suriye Ulusal Hareketi'nden edinmiş. 8 günde 3 kez görüşerek bütün fotoğrafları (55 bin) incelemiş ve doğruluğuna kanaat getirmiş.

Raporu hazırlayan ekip Sezar'ı “dürüst ve güvenilir bir tanık” olarak nitelendiriyor. (Ergenekon davası da Tuncay Güney'in "samimi ifadelerine" dayandırılıyordu)

Peki Carter-Ruck şirketinin müşterileri arasında kimler var? 

1. Recep Tayyip Erdoğan
2. Yasin El Kadı
3. Suriye'da terör gruplarına silah yardımları yapan Katar eski emiri Şeyh Hamad bin Halife es-Sani'nin karısı Sheikha Mouza Al Misnad.
4. Müslüman Kardeşler'in Tunus lideri Raşid Gannuşi
5. Fitneci Al Arabiya kanalı. Suriye-Türkiye arasında savaş çıkarmak için bir çok manipülasyona imza atmıştı. (Türk uçağı Suriye'de düşürüldüğü zaman, pilotların aslında kurtulduğunu, sağ kurtulan pilotların Rusya emri ile öldürüldüğünü iddia etmişti)

Hale bakın!

Suriye'yi işgale soyunan herkesin savunucusu Carter-Ruck, "Esad işkence yaptı" diyor, bizim de inanmamızı istiyor!

GÜLEN-KOÇ'UN YOLU 

İlgili fotoğraflar yayınlandığı akşam Fethullah Gülen, Rockefeller'ın yayın organı olan Wall Street Journal ile röportaj yaptı.

Erdoğan bugün Brüksel dönüşü Fethullah'ın Wall Street Journal demecini eleştirdi. "Yapılan söyleşi enteresan. O gazetenin kimin olduğu malum" dedi. Kendisi de 2003'te o gazete aracılığı ile Amerikan askerlerine dua etmişti; esgeçmeyelim. 

Wall Street Journal 'Esad rejimi binlerce kişiye işkence yaptı' kampanyasına katılmadı, hatta bu habere hiç yer vermedi. (bkz: wsj.com, wsj.com.tr)

Koç ailesi tıpkı Sabancı ailesi gibi Rockefeller ailesine yakındır. Rahmi Koç 2009'da Carnegie Medal of Philanthropy ödülünü David Rockefeller'ın elinden almıştı. Erdoğan'ın Koç'a yüklenmesini de bu detaylarla birlikte düşünün. 

Koç ve Sabancı aileleri Erdoğan'ı ve AKP'yi ilk yıllarda ölümüne destekliyordu, bu ayrıntıyı gözden kaçırmayalım ki bu cenahın en başından beri AKP'ye karşı olduğu algısına kapılmayalım:
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/198519.asp

Turkey Analyst adlı bir site var. Türkiye'de kimse takip etmiyor ama son savaşta Gülen hareketinin yanındalar. Yazarlardan biri, 15 Ocak'ta yayınlanan bir analizide de "Erdoğan'ın günleri sayılı mı?" diye sorgulamıştı. Cengiz Çandar analizi köşesine taşımış. (bkz: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cengiz_candar/akp_cemaat_catismasindan_rejim_sorununa-1172150)

Raporun bir sonuç paragrafı şöyle: 
"Son tahlilde, Gülen hareketi Erdoğan'ın tek adam yönetimine dair ihtiraslarını zaten boşa çıkartmış durumda. Türkiye, çok olaylı olacağı kesin bir şekilde, bir halefiyet mücadelesine şimdiden giriyor. Bu noktadaki temel soru,, Erdoğan'ın sahneden ayrılmadan önce Türkiye'ye ne kadar zarar vereceğidir. Türkiye'nin uluslararası itibarına, devlet kruumlarına ve ekonomisine hatırı sayılır ölçüde zararı zaten verdi. Bunun sonucunda Türkiye artık istikrarsız bir bölgenin istikrarlı mevzii değil, kendisi bir sorun. Daha iyi hale gelmeden önce daha kötü olacağa benziyor."

Turkey Analyst, The Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program adındaki araştırma şirketine bağlı. Kılıçdaroğlu, Washington ziyaretinde bu düşünce kuruluşunu ziyarette bulunmuştu. 

Erdoğan her ne kadar Rothschild'a yamanmaya çalışsa da Rothschild ve ona bağlı Soros medyası da Erdoğan'ı köşeye sıkıştırmış vaziyette. New York Times, The Economist gibi Rothschild'a bağlı gazete ve dergiler gittikçe artan Erdoğan karşıtı yazılara yer veriyor. 

Erdoğan'ın kurtuluşu Suriye meselesine bağlı, bunu kendisi de farkediyor. Rockefeller ailesi Suriye konusunda ABD'nin pek de yanında görünmüyor. Sessiz kalmayı tercih ediyor.

90'lı yıllarda hayata geçirilen BOP çöktü-çökecek. Erdoğan BOP Eşbaşkanlığı görevini yerine getiremiyor. Mısır'da halkın Amerikancık Kardeşleri defetmesi ile ilk darbeyi yiyen BOP, Esad'ın direnişi, Rusya ve İran'ın dik duruşu ile Suriye'de en büyük tokadı yedi.

Cenevre 2'de 3 sonuç çıkabilir, Erdoğan'ın geleceği de buna bağlı.

1. Eğer Cenevre 2'de Esad aleyhinde bir sonuç çıkarsa (Rusya sayesinde pek mümkün değil) ve Esad devrilirse BOP yeniden devreye girecek. Erdoğan da görevine devam edecek. 

2. Eğer Cenevre 2'de küresel terörizmin ve selefi çetelerle mücadele sonucu çıkarsa Erdoğan bunun altında kalacaktır.

3. Cenevre 2 iki tarafın da konuşup, eli boş döneceği bir toplantıdan öteye gitmezse Suriye'deki çatışmalar bir süre daha devam eder, önümüzdeki dönemde yaşanacak olaylarla Erdoğan'ın geleceği netleşir.

Esad düşmezse, Erdoğan düşer. Bu artık çok net!

Not: Bu yazı genişletilecektir.

16 Ocak 2014 Perşembe

AKP-Cemaat çatışmasında konuşulmayanlar / Güçler savaşı!

Gerek siyasette, gerekse medyada Cemaat-AKP kavgası çok sığ bir seviyede ilerliyor. Ayda 20-30 bin TL maaş alan gazeteciler sığ sularda boğuladursun, biz meselenin derinliklerine girelim.

AKP-Cemaat kavgasından bahsedip Gül'den bahsetmemek, Erdoğan'ın eski danışmanı Cüneyt Zapsu'dan bahsetmemek, AKP'lilerin çocuklarından bahsetmemek olmaz.

Savaşın nasıl başladığını az çok herkes yazdı. Mavi Marmara kırılması, "Hakan Fidan'ı alma" çabası, Oslo sızdırması vs. vs.

Bunları bildiğinize göre, bilmediklerinize geçelim.

1. BU SAVAŞ KİMİN SAVAŞI?

Cemaat-AKP kavgasında Erdoğan'ın sürekli seslendirdiği dış güçler falan doğrudan etkili değil. Dışa göbekten bağlı iç mihrakların kendi içerisindeki güç savaşıdır bu savaş. Ancak Cemaat, dış mihraklar açısından uygun zamanı yakalamıştır. Suriye'de çuvallayıp ABD'nin verdiği görevi yerine getiremeyen, Gezi ile demokrat maskesi düşen, Avrupa'da hem anti demokratik uygulamaları hem de Suriye'deki terör destekçiliği yüzünden karizması çizilmiş bir iktidarın dış desteği ortadan kalkmıştır. Bu sadece Amerika ve Avrupa ile alakalı değil. İran, Irak, Suriye ve Rusya da Erdoğan'dan rahatsız. AKP dış politikada kaybetti, iç politikada kısa vadeli kazançlar elde etmesi hiçbir şey ifade etmez. Cemaat bunu kendisi için fırsata çevirmeyi amaçlamıştır ve başarılı olacaktır.

Erdoğan köşeye sıkışmıştır. Öyle ki, Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarına sarılacak noktaya gelmiştir. Öcalan'dan ve KCK'dan bulduğu desteği ulusalcılardan da beklemektedir. Çünkü Cemaat'e karşı tek başına galip gelmesinin mümkün olmadığını biliyor. Fakat tutsak haline getirilen Türk ordusu ve Türk aydınları bu tuzağa düşmemektedir ve düşmeyecektir.

Mısır'da darbecilerin kaybedeceğine, İhvan'ın kazanacağına inandırılan kitleler şimdi de AKP-Cemaat savaşında AKP'nin kazanacağına inandırılıyor. Mümkün değil, hayal kurmayın. Ancak Mısır'da AKP'nin klonu olan Müslüman Kardeşler'i nasıl "erken seçime gitmeyin", "darbeye direnin" sözleri ile gaza getirip katlettiren Erdoğan ve MİT, Türkiye'de de aynısını yapmayı göze alacak noktadadır. Bu ciddi bir tehdittir. Kitle benzerdir, şartlar benzerdir.

Ve bir başka nokta da, artık Erdoğan gidene kadar darbe dahil tüm seçeneklerin masada olduğu gerçeğidir.

2. ZAPSU-EL KADI-GÜL-GÜLEN

AKP'yi "dünyaya açan" ve "sermayeyle kucaklaştıran" en önemli isimlerden biri Başbakan'ın eski Danışmanı Cüneyd Zapsu'dur. Yani Washington'da Erdoğan için "Onu kullanın, deliğe süpürmeyin" diyen isim.

Erdoğan'ı Erdoğan yapan da Zapsu'dur.

AKP'nin Cemaatle işbirliğinde de Cüneyt Zapsu'nun büyük payı vardı.

Zapsu'nun marketler zinciri A-101 şu sıralar Zaman'a reklam veriyor. Zamanlama manidar.




Zapsu, AKP'de uzun dönem görev üstlenmiş hatta bir nevi kendi oligarşisini yaratmış, kimseye sormadan partide alternatif güç haline gelmiş, bu yüzden Gül ve Arınç tarafından istenmeyen adam ilan edilmişti. Erdoğan sahip çıkmaya çalışsa da baskılara dayanamamıştı. Zapsu daha sonra istifa etti, ticari faaliyetlerine devam etti.

Zapsu'yla ilgili bir kaç detay paylaşayım.

Zapsu'nun eski ortaklarından biri Yasin El Kadı.

Son günlerde takip ettiğiniz üzere RTE'nin ve oğlu Bilal'in de Yasin El Kadı ile ilişkileri gayet sıkı, ticari faaliyetler içindeler.

Yasin El Kadı ile Erdoğan'ı tanıştıran isim de Zapsu'dur.

Zapsu'yu "danışmanlık" gibi bir görev yapmış olmasından dolayı küçümsemeyin. Eğer geçmişine bakarsanız, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

TÜSİAD yıllarında Zapsu bir "yıldız" gibiydi. Ama hani Erdoğan'ın bahsettiği "BOP'ta Diyarbakır bir yıldız olabilir" düşüncesi vardı ya, hah işte tam öyle bir yıldız.

Erdoğan Refah Partisi İstanbul İl Başkanı'yken Zapsu TÜSİAD üyesiydi. Erdoğan araya aracı sokup, Zapsu ile görüşme isteğini iletmiş, Zapsu "O da kim?" cevabını vermişti. RP'de görevli olduğunu öğrenince de "nezaketen" davet etmiş ve Erdoğan'la görüşmüştü. Bu görüşme AKP'nin kuruluş yıllarında meyvelerini verecekti.

Zapsu'nun ilişkileri inanılmaz. Bu kişisel "başarısı" değil elbette. "Zapsu ailesinin" başarısı.

Zapsu'nun ABD Savunma Bakanı Yardımcılığı yapan Paul Wolfowitz'le "kanka gibi" olmasının sebebi de budur. Wolfowitz; Erdoğan'ın şu meşhur mektubu yolladığı kişi. Hani Erdoğan iktidar olduğu halde kendi ülkesinin Genelkurmay Başkanı Özkök ile görüşemeyip, aracı vasıtasıyla görüşme ayarlamıştı ya... İşte o aracı, Zapsu'nun çok yakın dostu Wolfowitz'di.

Zapsu'nun başarısına dayanarak partide kurduğu oligarşiden rahatsız olan partinin ağabeyleri, Zapsu'nun kellesini istedi. Zapsu'nun PKK ilişkilerinden kaynaklı parti içerisindeki milliyetçi kanadı zaten rahatsız ediyordu. Yoğun eleştirilerin yanısıra Zapsu'nun eşinin erkeklerle Cuma namazı kılması, Erdoğan'ı Zapsu'yu savunmayı bırakan bir noktaya çekti. Zapsu'yu bir anlamda "deviren" Abdullah Gül ve Bülent Arınç, başına bir bela aldı; Yalçın Akdoğan.

3. AKP'DEKİ OLİGARŞİK YAPILAR VE ABDULLAH GÜL FAKTÖRÜ

Bugüne geldiğimizde Yalçın Akdoğan da kendi oligarşisini yarattı.

Arınç-Erdoğan krizlerinin arkasında, Yalçın Akdoğan yatar. Uzunca bir dönem her hafta en az 1 kez Bülent Arınç'la görüşüp fikir alışverişi yapan Akdoğan, kendi oligarşisini yarattıktan sonra bunu bırakmış. Arınç rahatsız olup konuyu Erdoğan'a bildirse de herhangi bir değişiklik olmamış. Hükümet sözcüsü olan Arınç'ın açıklamalarının hep havada kalması, Erdoğan tarafından yalanlanır pozisyona düşmesinin sebebi, Akdoğan faktörüdür.

Akdoğan, Erdoğan sonrası için kendine zemin hazırlıyor. Hayır, Genel Başkanlık-Başbakanlık değil. Muhtemelen Arınç'ın koltuğunda olacak. Peki Başbakan olarak kimi planlıyor dersiniz? Numan Kurtulmuş.

Evet, Numan Kurtulmuş'u AKP ile buluşturan da Yalçın Akdoğan'dır. Arınç ile Akdoğan'ı karşı karşıya getiren en büyük hamle de budur.

Erdoğan bunu keyfi kabul etmedi. Cemaat, Erdoğan'a alternatif olarak Numan Kurtulmuş'u görüyordu. Cemaate yakın isimler AKP'den edilecek, HAS Parti'de Numan Kurtulmuş'un altında birleşecek ve AKP devrilecekti. Ama görünen o ki; Numan da klasik "muhafazakar" kimliği ile "para, güç, otorite" sevgisi ile yıllarca hakaretler ettiği AKP'ye çıkarları için dahil olmayı kabul etti. Erdoğan Numan Kurtulmuş'u alternatif görüp partiye dahil ederek Başbakanlık sözü verdi. Numan Kurtulmuş Türk siyasetinde az görülecek bir yüzsüzlükle AKP'ye katıldı. Bir kaç yıl öncesine kadar AKP'ye söylediklerini unutmadınız herhalde?


Bu konuyu Arınç ile sınırlamak yanlış, işin bir de Abdullah Gül yönü var.

Gül, Erdoğan sonrası partide hakimiyet istiyor. Erdoğan'ın 3 dönem sözü aslında Gül'e verilmiş gizli bir söz gibiydi. Ta ki Akdoğan faktörü işin içine girene kadar. Gül, Numan Kurtulmuş hamlesinin intikamını alacağı günü bekliyor.

Dikkat edin, Gülen-Erdoğan çatışmasında etrafa kıvılcımlar saçılıyorken, "darbe" ve "örgüt" söylemleri dillerden düşmüyorken Abdullah Gül hiç o toplara girmiyor! Çünkü Numan'ı elinden kaptıran Cemaat'in kendisini desteklemeye mecbur kalacağını biliyor.

AKP içerisinde 15-20 vekil, cemaatçi ya da cemaate hoşgörü ile baktığı için rahatsızlık duyuyor. Erdoğan bunların farkında ve her birini teker teker partiden ihraç ederek kurtulmak istiyor. Cemaat ise "toplu istifa" hamlesi için uygun zamanı bekliyor.

Ancak parti içerisindeki asıl gruplaşma Gül etrafında. Gül'e yakın 40-50'ye yakın vekil olduğu biliniyor. Bunların içerisinde hem politik Gül'cüler hem de son dönemde yaşanan hukuksuzluklardan rahatsız olan yeni Gül'cüler de dahil. Ve işin şaşırtmayacak yanı, artık Cemaatçi vekiller de bu gruba dahil sayılabilir.

AKP-Cemaat kavgası durulmaz. Aksine, şiddetlenerek devam eder. Seçim sonuçları çok önemli. AKP'nin İstanbul'u kaybetmesi ya da 1-2 puan farkla kazanması bile Abdullah Gül'ün beklediği an olacaktır. Devletin kendi içerisinde çatışma ortamında olması, "barışçı" Gül'e kapı aralayacaktır. Gül, krizi fırsata çevirmek üzere sahneye çıkacaktır.

Burada önümüze iki seçenek çıkıyor.

Köşeye sıkışan Erdoğan ya Numan Kurtulmuş'tan vazgeçip partiyi Gül'e teslim edecek, ya da Cumhurbaşkanlığı'nı unutacak.

Erdoğan partiyi Gül'e teslim etmek istemiyor. Numan Kurtulmuş, Başbakan için bir "kukla" olacaktı, planı buydu. "3 dönemden sonra aday olmayacağım ama partiye hizmet ederim" türevinden açıklamalar yapmasının anlamı da buydu. Genel Başkan olmadan gizli Başbakanlık yürütmek istiyor Erdoğan.

Gül'e partiyi teslim etmemesi halinde zaten çatışma ortamında ve çözülme arefesinde olan parti, Gül'cülerin istifası ve mecliste gruplaşması ile birlikte AKP'yi bölebilir.

Erdoğan, Gül'e partiyi teslim edip Cumhurbaşkanlığı'na geçmek istese Gül'le anlaşır fakat seçimden galip çıkamayabilir. Evet, artık böyle bir ihtimal söz konusu. Çünkü iki aşamalı gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçiminde son iki aday yarışacak. Yani 1. ve 2. adaylar. Bu aşamada oylama Erdoğan ve Erdoğan karşıtlarının oylaması olacaktır. Yani AKP'nin yüzde 50'nin üzerine çıkamadığı takdirde, Erdoğan Cumhurbaşkanlığı'nı kazanması zor. BDP'lilerin ya da MHP'lilerin oylarına muhtaç kalabilir. Cumhurbaşkanını belirleyecek olan da bu iki kitle olacaktır.

Yalnız bir detay var. Recep Tayyip Erdoğan gibi Abdullah Gül'ün de İsviçre Bankaları'nda gizli hesabı olduğu ve belgelerinin MİT'in elinde olduğu söylentileri var kulislerde. Erdoğan, Gül'ün önünü kesmek için belgeleri medyaya servis ettirebilir. Böyle de bir ihtimal var.

4- AKP'Lİ YENİ YETMELER VE EBEVEYNLERİNİN TETİKLEDİĞİ SAVAŞ

Fethullahçı çete, AKP'nin muktedir olmak için yıllar boyunca sarılacağı tek güçtü. Ulusalcı kanat asla AKP'yle ittifakı kabul etmezdi. Bunun için AKP, kuruluş yıllarından itibaren Cemaat'in önünü açtı. Yargıda, emniyette Cemaat'i kadrolaştırdı. Polis Meslek Yüksek Okulu sınavlarında defalarca kopya skandalları gerçekleşti. Çoğunun üstü örtüldü. Soruların "abilerin" evinde dağıtıldığı, polis olacak şakirtlerin "abilerdeyken" TC kimlik no'larının alınıp Emniyetteyken önleri açıldı/gruplaşma sağlandı.

AKP, Cemaat'le kolkola girip ulusalcıları tasfiye etti. Ergenekon davası, AKP'ye yakın gazeteci Fehmi Koru'nun söylemi ile "Erdoğan-Bush görüşmesi ile kararlaştırılmıştı" yani dış mihrakların "oluru" alınmıştı.

Ardından Balyoz, Oda TV, Askeri Casusluk davaları geldi.

Sorun yoktu...

KCK davası AKP'deki Kürtleri rahatsız eden ilk şey oldu. Ve ardından gelen Şike ve Cübbeli Ahmet davaları Cemaat'i AKP'nin kamburu haline getirdi. Muktedir olmak için Cemaat'e sığınan AKP, aslında Cemaat'i muktedir ettiğinin farkına vardı.

Ancak bunlar ana etken değil. Yani bunlar, birincil etken olan "yeni yetmelerin", Erdoğan'ı Gülen'le çatışma noktasına getiren faktörler/bahaneler.

Birincil etken, oligarşik güçlerin 3 dönem kuralından sonra partiye hakim olma isteği. Yalçın Akdoğan bunların başında geliyor ve bir grup AKP'li, kendi çocuklarını partinin geleceği olarak görüyor.

Bu AKP'liler kendi aralarında üçe ayrılıyor.

Birinci grup, Erdoğan tarafından destekleniyor. Bu grup, AKP kurucuları ve bazı vekillerin çocuklarından oluşuyor. Grubun önderliğini Ömer Bilge Albayrak ve Ayşe Böhürler'in oğlu Zeyd Böhürler yapıyor. Ö. Bilge İBB Genel Meclisi Başkanı, Zeyd ise Divan Üyesi sıfatında.

İkinci grup, Rıfat Boynukalın'ın torunu Yeni Şafak yazarı Abdurrahim Boynukalın etrafında toplanan "oldschool" diyebileceğimiz İslamcı olan, ılımlı olmayan ama Amerikancı İslam'a dahil olan grup. İHH türevi yani.

Üçüncü grup, Mehmet Ali Şahin, Bülent Arınç, Beşir Atalay, Taner Yıldız, Hüseyin Çelik ve "bazı sıradan" AKP'li vekillerin oluşturduğu grup. Milli Türk Talebe Birliği'nden gelen nesilden söz ediyorum. Yani meşruiyeti her ne kadar tartışılır olsa da bir davaya ömür adamış insanların oluşturduğu grup.

SONUÇ

Erdoğan, sadece Cemaat'le değil, AKP içerisindeki güç savaşları ile de uğraşmaktadır. Cemaat'le mücadele bahanesi ile hepsinden kurtulmak isteyecektir. Bu da karşı cepheyi birleştirir. Erdoğan köşeye sıkışmıştır. F tipi çeteyle olan mücadelesini kazanma ihtimali yok denecek kadar azdır.

Kimse Erdoğan'ın manipülasyonlarına kanmasın. "Dış güçler Türkiye'nin büyümesini istemiyor" meselesi değildir bu. Şu an "dış güçler" AKP'den desteğini çekmiştir ve AKP bu desteği geri kazanmak istiyor. Gülen de AKP'nin bu yalnızlaşmasını kendi açısından fırsata çevirmek, Türkiye AKP'ye muhtaç değil algısı yaratmaya çalışıyor. En büyük kozu hükümetin El Kaide ilişkileri ve Suriye başarısızlığı.

Önümüzde Cenevre-2 konferansı var. Suriye'de yaşananlar değerlendirilecek. İran'ın fiziki katılımı kesin değil fakat fikirlerinin orada olacağı kesin. İşin bir de Rusya yönü var. Rusya'da geçtiğimiz haftalarda Suudi istihbaratının finansörlüğünü yaptığı radikal dinci terörü, Putin'in çok kızdırdı. Hatta öyle ki intikam yemini ettiği dahi söyleniyor. Bkz: http://medyasafak.com/haber/1311/rus-istihbarati--patlamalarin-arkasinda-suudiler-var--putin-intikamda Suudi şeytanlar köşeye sıkışacak da Erdoğan sıkışmayacak mı? Mümkün değil. Diplomatik, siyasi ve ekonomik kriz kapıda.

Avrasya ve Ortadoğu'da ise, AKP'nin BOP Eşbaşkanlığı ve yıllardır uyguladığı Amerikancı politika İran-Irak-Suriye-Rusya cephesinin kabul edemeyeceği boyutlara geldi. Mısır'ı hiç söylemiyorum bile. AKP iktidarı artık Türkiye'nin sırtında kamburdur. Bir an önce Türkiye Erdoğan'dan kurtulmalıdır. Milli unsurlar devreye girip tasfiye sırasına Gülen ve Gül cephesini de eklemelidir.

Bu savaşta taraf tutma hatasına düşmeyin. Erdoğan-Gül-Gülen cemaat/mafya kıskacından ülkeyi kurtarmak temel hedefimiz olmalıdır.

Türkiye, bu üçlünün arasında geçen iktidar savaşı yüzünden kaybetmeye mahkum edilemez!